Mehmet BASUTÇU
76. Cannes Film Festivali’nde; film gösterimleri devam ediyor
Catherine Corsini’nin, Altın Palmiye adayı olup olamayacağı sinema dışı polemiklere konu olan filmi “Dönüş” (Le Retour), insancıl yaklaşımıyla duyarlı bir toplumsal gerçeklik sunan, bir tutam da duygusal, biçimiyleyse iddiasız sımsıcak bir “Korsika filmi”…
Böyle bir tür yok tabii. Ancak Korsika kökenli Fransız kadın yönetmen, bu isyankâr ruhlu adanın, bir noktada farklı Akdeniz kültürlerinin bileşkesi olan öz kimliğini çok iyi yansıtmış. Üstelik, çift kültürlü bir “eksik aile” öyküsü yine konumuz. Çocuk bakıcılığı yapan siyah Afrikalı dul annenin, ergenlik çağındaki iki kızıyla birlikte, yıllar önce apar topar terk ettikleri adaya, bir yaz tatili boyunca çalışmak için gelmesinin öyküsü “Dönüş”…
Sınıfsal ve kültürel sürtüşmelerin su yüzüne çıktığı, eski defterlerin açıldığı, aile içi acıların depreştiği, kuşaklar arası çatışmanın farklı boyutlarıyla belirğinleştiği, rahat izlenen, heyecan veren bu filmin anne ve kızlarını yorumlayan oyuncuların başarısını özellikle vurgulamamız gerekiyor. Ancak Catherine Corsini’nin, Altın Palmiye kazanan ikinci Fransız kadın yönetmen olamayacağını rahatça söyleyebiliriz….
DEPP’İN CAZİBESİ…
Konu kadın yönetmenlerden açılmışken, açılış filminin basın toplantısına kısaca değinmenin tam yeri. Johnny Depp’in 45 dakika gecikerek geldiği, tıklım tıklım dolu salonda, yönetmen ve oyuncu Maiwenn’in bir sözü, hem güldürüyor hem de düşündürüyordu. Önceden başrol için seçtiği, hatta senaryoyu bile o Fransız aktörü düşünerek kaleme aldığı projesi, Covid sonrası beklenmedik bir biçimde oyuncusuz kalıverince, neden başka birini değil de Johhny Depp’i seçtiği sorusunun yanıtı şu oluyor: Filmde benim partnerim olacak oyuncuyla sık sık öpüşüp sevişeceğim için, seksi bir erkek olmasını istedim tabii ki!…
Ne güzel, basit ve doğal bir yanıt. Ancak yakışıklı bir erkek yönetmen, baş kadın oyuncusu için aynı şeyi söyleme gafletine düşse, kimi hızlı feministler tarafından anında topa tutulmaz mıydı?…
Gelişmiş Batı demokrasilerinde, kadınların erkeklerden daha özgür konuşmaya, davranabilmeye başlaması, temelde çok olumlu bir gelişme sayılmalı. Kimileri, özellikle de maço alışkanlıklarından ya da ayrıcalıklarından sıyrılmakta zorlananlar, bazı köktenci söylem ve tepkilerden (zaman zaman haklı olarak) yakınsalar da kadın sanatçıların, birikmiş onca baskı ve haksızlıkların “intikamını” erkekçe söylemlerle almaya başlamaları bana unut veriyor. En azından, gerilimin azaldığı, her şeyin göreceli olduğunun kavrandığı, intikam çığlıklarının duyulmadığı, karşılıklı saygıya ve temel insan haklarına dayalı adil eşitliğe, her an cambazlık yapma pahasına ulaşacak yolu görmeye başladık galiba…
ÇİN’DE TEKSTİL ATÖLYELERİ…
Yarışmalı bölümün en uzun filmi, Altın Aslan adayı tek belgesel sinema örneği olan “Gençlik (Bahar)”, Çin’de yaşanan vahşi kapitalizme cesurca ışık tutan ve iç göç sorunlarıyla birlikte gözler önüne seren önemli bir çalışma. Wang Bing, dört yıl boyunca, ülkesindeki tekstil atölyelerinde yaşanan gerçekleri kayda almış. Bu uzun soluklu çalışmanın üç buçuk saatlik ilk bölümü alkışlarla karşılanıyor. İlkbahardan sonra sıra diğer mevsimlere de gelecek… Altın Palmiye yarışının ikinci en uzun filmi, Nuri Bilge Ceylan imzalı “Kuru Otlar Üstüne” var şimdi sırada…
Yağmura rağmen parlak hafta sonu
Yağmura karşın, çok kalabalık ve parlak bir hafta sonu yaşandı Cannes’da. Sıra, Amerikan sinemasının en büyüklerinindi. Popüler sinema ve yıldız oyuncular denildiğinde hemen akla gelen Hollywood’un en usta, en yaratıcı ve en başarılı adları, çoğunluğu resmi seçkinin yarışma dışı özel bölümlerinde sunulan son filmleriyle birbirlerini izlediler.
Önce Harrison Ford (1942), James Mangold‘un (1963) yönettiği Indiana Jones serisinin son halkasıyla hayranlarını coşturdu; kalabalıkları heyecanlandırdı. Hayli yaşlanmıştı, ama bu filmde oynamanın kendisini gençleştirdiğini, yeniden güç verdiğini söylüyordu. Bembeyaz asi saçları, hafif gülücükler saçan hınzır pırıltılı gözleriyle, popüler sinemanın cici dedesi olmaya hiç yanaşmayan; macera filmlerinin setlerine veda etmeyi düşünmeyen; sendelemeden dimdik ayakta durmayı sürdüren Harrison Ford, ayrıca güzel bir sürpriz daha yaşadı Cannes’da. Açılış gecesinin baş konuğu Michael Douglas’tan sonra, verileceği önceden duyurulmayan yeni bir Onur Palmiyesi’nin de sahibi oluverdi…
İKİ ULU ÇINAR!
Pazar günü, kırmızı halılı merdivenleri hafif aksayarak çıkan iki ulu çınardaydı sıra. Martin Scorsese (1942) ve başarılı filmlerinin sadık ortağı Robert De Niro (1943), festival yönetiminin tüm ısrarlarına karşın Altın Palmiye’nin 22’nci adayı olmasını istemedikleri “Killers of The Flower Moon” ile gerçekten büyük bir başarıya imza atıyorlardı. Üç buçuk saat süren, 1920’lerde ABD’nin Oklahama eyaletinde yaşanmış, topraklarında petrol bulununca zengin olan Kızılderili azınlığı hedef alan acı ve gerçek olayları konu edinen bu filmde diğer başrolü paylaşan, kendilerinden sonraki kuşağın temsilcisi ortak dostları Leonardo DiCaprio (1974) da yanlarındaydı tabii… Fotoğrafçıların koro halinde, uzun uzun, Martin! Robert! diye haykırmaları, Cannes’da az yaşanan olaylardan biriydi. Basın konferanslarının yapıldığı salonun önünde saatler önceden uzun kuyruklar oluşmuştu bile… O sıralarda, “Cannes Classics” seçkisinde, geçen yıl kaybettiğimiz Jean-Luc Godard anısına sunulan “Godard par Godard” adlı filmi izlemeye gidenler, salona daha rahatça girebildiler…
(Cumhuriyet, 20-22.05.2023)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN