Post image
Uzayda yolculuk…

Sungu ÇAPAN

Yönetmen Claire Denis’nin türe yeni bir soluk katma çabasının ürünü bu “High Life” , kesinlikle seyre değer bir distopik bilimkurgu düzeyine erişiyor.

Fransız sinemasının, 1970’lerden günümüze uzanan 40 yılı aşkın kariyerinde Paris caddelerinden Nice sokaklarına ve Afrika’daki lejyoner yapılanmasına kadar birçok değişik mekânlarda çektiği kısa filmleri ve televizyon için hazırladığı belgesellerinin yanı sıra özellikle “Chocolat (1988), “Nenette ve Boni”(1996), “Beau Travail”(1999), “Her gün Başka bir Bela”(2001), “35 Tek Rom”(2008), “İçimdeki Güneş” (2017) gibi filmleriyle tanınan ve kamerasıyla bedenlerle yüzler kadar mekânlara da odaklanmayı pek seven, dekor-mekân kullanımındaki yetkinliğini defalarca kanıtlamış olan önemli kadın yönetmenlerinden, 1946 Paris doğumlu Claire Denis’nin ilk kez İngilizce çektiği on üçüncü uzun metrajı “High Life”, 38. İstanbul film festivalinin ardından bugün gösterime giriyor.

Adalet sistemince yargılanıp hüküm giyerek üstlerine çizik atılmış ve güneş sistemindeki “kara delik”lerin incelendiği bazı uzay araştırmalarında kobay olarak kullanılmalarına karar verilmiş, adeta uzaya hapsedilmiş bir grup suçlunun geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktığı, günümüzden pek de farklı sayılmayacak, belirsiz bir yakın gelecekte geçiyor “High Life”. Bir çeşit uzay hapishanesi hikâyesi çeşitlemesi de denebilecek filmin odağında, 7 numaralı uzay aracında babası olduğu Willow (bebekliğini Scarlett Lindsey, daha büyüklüğünü Jessie Ross canlandırıyor Willow’un) adındaki kız bebeğiyle gündelik rutin işlerini yaparak bir başına yaşayan Monte (Robert Pattinson) var.

Uçsuz bucaksız uzayın derinliklerine doğru, zamanda ileri-geri atlamalarla ilerleyen hikâye, yer yer evrenin sonsuzluğuna ilişkin düşüncelere daldırdığı seyircisini baba olunca değişmiş, eski bir suçlu ile adeta masumiyet timsali, küçük sevimli kızının seyri zor beraberliğine yoğunlaştırdığı, klostrofobik bir âleme taşıyor yaklaşık 2 saat boyunca.

Özenli ve dingin anlatım

Yönetmen Caire Denis’nin senaryosunu Jean-Pol Fargeau ve Geoff Cox’la birlikte yazdığı film, ‘hipnotik’ bir tempoda gelişen, özenli ve dingin anlatımı, çeşitli çağrışımlar uyandıran, kara delik çekimine sahip, kimi felsefi çağrışımlar da barındıran hikâyesi ve giderek birbirine girecek (belki astronot olarak da tanımlanabilecek) eski idam mahkûmu-suçlulardan oluşan yolcu-kahramanlarıyla, alışıldık- bildik bilimkurgu sinemasından farklı yönlere savuruyor meraklısını çoğu kez.Zaman çizgisinin geri ya da ileriye doğru sıçradığı filmde giderek çok parçalı hikâyenin anlatıcılığını üstlenen Monte’nin olayları anımsama tarzı da zaten “High Life”ın muğlak hikâyesine dair net fikirler vermekten uzak sonuçta.

Konvansiyonel sinemadan, bildik bilimkurgu anlatısından farklı yönlere yelken açan, dramadan dehşet içeren bir macera filmine gidip gelen yapısıyla, sinemasal yetkinlikleriyle, Robert Pattinson, Juliette Binoche, Andre Benjamin, Lars Eidinger, Mia Goth, Agata Buzek ve Ewan Mitchell’den bütünlenen sağlam oyuncu kadrosu, yönetmenin değişmez müzikçisi olagelen, adı nerdeyse Tindersticks grubuyla özdeşleşmiş Stuart A. Staples’in ses tasarımları ve ‘sound’ları, ayrıca kameraman Yorick Le Saux’nun usta işi görüntüleriyle yönetmen Claire Denis’nin türe yeni bir soluk katma çabasının ürünü bu “High Life” , kesinlikle seyre değer bir distopik bilimkurgu düzeyine erişiyor sonuçta.

(Cumhuriyet, 03.05.2019)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN