Post image
The Queen’s Gambit: Uzun Bacaklı Sinek

 

Tuğçe MADAYANTİ DİZİCİ

The Queen’s Gambit mini dizisi Netflix’te sessiz sedasız yayınlandı, şans eseri play tuşuna basanlar sürpriz bir şekilde başından ayrılmak istemedikleri bir dünyada kalakaldı, çünkü dizi tek kelimeyle şahaneydi. Walter Tevis‘in 1983 tarihli aynı adlı romanına dayanan bu dramatik mini dizide, hedefi dünyanın en büyük satranç oyuncusu olmak olan Beth Harmon isimli satranç dâhisi öksüz bir kızın, sekiz ila yirmi iki yaşları arasında alkol, ilaç bağımlığı ve duygusal güçlüklerle mücadele ettiği yaşam öyküsünü izlemekteyiz. Ve bunu 64 kareden oluşan, 8×8 geometrik koordinat düzlemi olan bir pano üzerinde yapmaktayız.

Dizinin hakkında yazılan yazılarda bir cümle ile geçiştirildiğini görünce üzüldüğüm ve aslında bu dizinin neden bu kadar iyi olduğunun ilk sebebini size söyleyeyim; Walter Tevis.

UYARLANDIĞI ROMAN HARİKA

Amerikalı romancı ve kısa öykü yazarı olan Walter Tevis’in altı romanından üçü büyük prodüksiyonlu The Hustler, The Color of Money ve The Man Who Fell to Earth olarak sinema filmleri haline getirildi. Yazarın en sevdiğim romanı ise 25’inci yüzyıl New York’unda geçen, Fahrenheit 451’e yakınlığı ile bu türün devamı niteliğinde düşünebileceğimiz, azalmakta olan insan nüfusunun bulunduğu dünyada robotlarla bir gelecek kurgulamış olan, 1980 yılında yayınlanan Mockingbird. Walter Tevis, The Queen’s Gambit romanında, şair William Yeats’in “The Long-Legged Fly” (Uzun Bacaklı Sinek) isimli şiirinden alıntı yapmış. Büyük zihinlerin gelişmesinde sessizliğin oynadığı rolle ilgili olan bu şiirin kıtalarında Julius Caesar, Troia’lı Helen ve Michelangelo betimlemeleri bulunmaktadır. Yazarın bu alıntısını romanı için ipucu olarak görebiliriz.

SATRANÇTA RUSLARIN ÜSTÜNLÜĞÜ ÖN PLANDA

Sovyet karşıtlığına ve antikomünizme prim vermeyen bir Amerikan senaryosu görmeyeli uzun zaman olmuştu. 1950’lerin ortasından 1970’lere doğru uzanan ve arka planında dönemin Soğuk Savaş izlerinin hissedildiği dizinin son bölümde 1968 Moskova’da gerçekleşen satranç müsabakası sırasında, kimseyi rencide etmeden, titiz bir saygınlıkla seyirciye gerçekleri resmetmesi ile satrancın Rusya’da kültürel olarak benimsenmesinin, ülkenin tarihsel sürecinde, edebiyatında, politik sahnelerinde ve en önemlisi toplum içinde ne denli önemli bir yere sahip olduğunu göstermesi ayakta alkışlanacak türdendi… Diziyi birkaç kelime ile tanımla deseler; feminizm, satranç, uyuşturucu ve alkol derim. Satranç tahtasında olağanüstü bir yeteneğe, müthiş bir hafızaya ve ustalığa sahip olan, saldırgan açılışları ve imzalı finalleri ile var olan bir kadının gerçek hayatta tam tersi bir yıkım içinde olması karakteri çok daha ilginç kılmış. Bu tezat, dâhilik olarak okunabilir, ama aynı zamanda satranç tahtasının aslında onun için bir kaçış sahası olduğu şerhini de koyarak.

İLERİ SEVİYE SATRANÇ SAHNELERİ HAKİM

16’ncı yüzyıl sonları Püriten dünyasında Hristiyanlığa muhteşem bir bakış sunan psikolojik gerilim türündeki “The Witch: A New-England Folktale” filmindeki performansı ile kendisine hayran bırakan Anya Taylor-Joy’u hatırlarsınız. Taylor-Joy utangaç, güvensiz ve öfkesi başta olmak üzere aslında kendini tutan satranç dehası Beth’i öyle bir canlandırmış ki kendisini izlemeye doyamadım. Satranç oynama şekli gibi keskin ve karşı tarafı ezip geçmek için tasarlanmışçasına bir konuşma şekli olan, satranç provalarını kafasının içinde tavanda hayal ettiği satranç tahtasına dik dik bakarak yapan, kazanmak için sonsuz kombinasyonları zihniyle hareket ettiren, kendini izole etmiş bir dahi kadın. Bu sahneleri izlerken Stefan Zweig’ın Satranç romanının baş karakteri olan Dr. B ve onun kendi zihninde yaptığı binlerce satranç oyununun geldiğini de söylemeliyim. Ayrıca dizideki satranç sahnelerinin mükemmel sinematografisi ve kurgusu haricinde, oyunun içeriğinin güvenilirliğini ve başarışını bu sahnelerin Garry Kasparov ve Bruce Pandolfini‘nin danışmanlığında çekilmiş olduğu gerçeğine borçluyuz…

Son olarak, Succession dizisinden sonra en iyi final bölümünü izledim diyebilirim. Kendiliğinden gelen bireyci Amerikan özgüvenine karşın, kolektif hareket eden Sovyet kuralcılığı ve baskıcılığının çarpıştığı sahneler zeki ve heyecanlıydı. Beth’in özgür kadın gücüyle dönemsel Amerikan siyasetinin maşası olmayı reddetmesi de dizinin entelektüelliğinin muhteşem dışavurumu olarak okunmalı.

(Birgün, 07.11.2020)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN