Post image
‘Kuyuya düşen çocuk niçin ölmesin’

ARZU ŞAHİN

Cem Kalender‘in son romanı Kayıp Gergedanlar, Maraş Katliamı’ndan yola çıkarak bir annenin çocuklarıyla kurduğu özel dünyaya götürüyor okuru. Şehirli veterinerin geldiği kasabada gergedanların izini sürmesi ise okuru masalla gerçek arasında bir yerde bırakıyor.

Şiirin ruhunu romanda dirilten Kayıp Gergedanlar Alakarga Yayınlan’ndan çıktı…

Bazen bir rüya ilham verir yazara, bazen izlediği filmden bir sahne ya da yolda yürürken kafasına düşme ihtimali olan bir saksı. İlhamın nereden, nasıl geleceği belli olmaz ve yazarlar sonradan verdikleri mülakatlarda o ilk anı dillendirir çoğu zaman.

Cem Kalender’in son romanı Kayıp Gergedanlar’a ilham veren ise bir gazete haberi. 2011 yılında Kahramanmaraş’ta intihar eden dört kardeşin sıra dışı hikayesi. Annelerine aşırı bağımlı kardeşler onun ölümüyle bunalıma girip hayatlarını sonlandırır. Farklı isimlere sahip bu eğitimli gençlerin annesizliğe dayanamamaları ve ölümü seçmeleri uzunca bir süre konuşulur.

Kalender, bu ilginç hikayeden yola çıkarak tarihimizin en acı olaylarından biri olan Maraş Katliamını merkeze alan bir masal anlatıyor Kayıp Gergedanlar’da.

Taşrada yaşamaya ve dile dair önemli tespitler ise okurun zihninde yeni ufuklar açacak kadar güzel ve anlamlı. Kasabaya atanan veteriner Sümer beyin gerçekle hayal arasında bir atmosferde kayıp gergedanları araması, ancak onlara bir türlü ulaşamaması okurda “bu işin sonu nereye varacak?” duygusu yaratıyor.

Gerçekte karısı Suna hanım ve dört çocuğu Terra, Arbor, Nubes ve Nature‘nin yaşamları ise başka bir şekilde ilerliyor. Çocuklarını dış dünyadan özenle koruyan hatta onları okula göndermeyip kendi eğiten Suna hanımın hayata bakışını eleştirirken nasıl bir trajedi ile karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. Kitabın sonlarında birbirinden bağımsız gibi görünen tüm hikaye öyle bir şekilde bağlanıyor ki, Suna hanıma hak vermekle kalmıyor onun şahsında toplum denen yapıya ciddi eleştiriler getiriyorsunuz.

KASABA: YAŞANMAMIŞLIKLAR ÜLKESİ

Romanın en can alıcı yanlarından birisi de kasabada yaşamak ve kasabalı olmak üzerine kurulan cümlelerde saklı. Taşraya dair yapılan atmosferi sıkıcı filmleri bir yana koyarsak kasabalı olmak ve şehre duyulan hayranlıkla karışık öfke kasabalının kelimeleriyle açığa çıkıyor. Kendini çemberin dışında görenlerle, kasabadaki samimiyeti göğe çıkaranlar, sıkıcıdır, ama bizimdir diyenlerle başka yaşantıların kendilerinden esirgendiğini düşünenelere kadar pek çok diyalogun geçtiği roman taşralı ve şehirli olma kavramlarım çok iyi özetliyor.

“Kıstırılmışlığın, darlığın dünyasında yaşıyoruz azizim.”

“Onların bir pazar üstü yaşadığı kasveti biz her gün yaşıyoruz.”

“Kasaba mutsuz bir ruh halinin anlatımı.”

“Kasaba kimsenin konuşmaya cesaret edemediği bir etnik dil.”

Aslında bu kasaba şehir karşılaştırması aşağıdakiler ve yukarıdakiler, doğu ve batı arasında her daim varlığım hissettiğimiz komplekslerin de dışa vurumu. Taşralı ya da köylü diye aşağılanan insanların şehirle karşılaştıklarında yaşadıkları afallamanın temel sebeplerini bu diyaloglarda bulmak mümkün.

Romanda öne çıkan bir başka mesele ise dil konusunda ortaya dökülen düşünceler. Felsefe tartışmalarının yapıldığı o anların birinde Suna Hanım kendi hikâyesini ortaya döken şehirden kasabaya gelmiş belediye başkanına şunları söylüyor: “Ölüm dilden daha çok acı vermez… Çocuklarıma konuşmayı yasaklamasaydım, doğru bir kimlik kazanamayacaklardı. Herkesin kullandığı ve herkese ait kirli, mikroplu harfleri ağızlarına almaya müsaade etmedim. Harflerin önce bizi kendimize yabancılaştırıp sonra hastalıklı yapacağını biliyordum… Kendilerine ait olmayan sözcüklerin kendilerini temsil etmesine izin vermedim…”

TRAJEDİDE SON PERDE: MARAŞ KATLİAMI

Suna hanımın çocukluğunda yaşadığı büyük trajedi ise onun karakterini ve yaptıklarını anlamak bakımından oldukça önemli. Ailesini Maraş katliamında nasıl kaybettiğini okurken boğazınıza koca bir yumrunun oturacağı kesin.

Masalsı bir dünyanın içine yerleştirilen bu tarihi trajedi yüzünüze bir tokat gibi çarparken insanın içinde barındırdığı kötülüğün boyutlarını da gösteriyor. Bir gün önce birlikte yaşayan, aynı kahveye giden, aynı manavdan alış veriş yapan, aynı sokakta oynayan insanların bir gün soma birbirlerine olan düşmanlıklarını okuyunca “diğer insanlarla” ilgili kahramanımız Suna hanıma hak vermeden geçemiyorsunuz.

“Böylesi bir acının içinden gelen bir annenin çocuklarını toplumdan uzaklaştırmasından daha doğal ne olabilir ki?” diyorsunuz ister istemez.

Sümer beyin kendi hikayesinde ve kitabın finalinde yer alan kuyu metaforu ise bambaşka çağrışımlar yapıyor. Kayıp gergedanların izinden giden şehirli veterinerin ellerinin arasından kaybolup giden hayatını okurken, onu ve ailesini bu trajediye hazırlayan hayata okkalı bir küfür savuruyorsunuz.

Romanı bitirdiğinizde gözlerinizden iki damla yaş akar mı bilemem, ama boğazınıza acı bir suyun yerleşeceğine eminim. İlk kitabı Klan’la Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Ödülü’nü alan Cem Kalender, kurduğu dil ve anlatım şekliyle keşfedilmesi gereken yazarlardan biri.

Kalender’in, tarihsel travmayla yüzleşmemizi sağlayan, ancak bunu gözümüze sokmak yerine müthiş bir edebi metinle bize sunan romanı Kayıp Gergedanlar “ölmeden önce okunması gereken romanlar” listenizde yer almalı…

(Yeni Şafak, 14.05.2014)

kitap-foto

Kayıp Gergedanlar

Cem Kalender

Alakarga yayınları 2013

283 sayfa

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN