Post image
Kötülük küçücük bir kasabadan yayılabilir

film

TUĞÇE MADAYANTİ – @madayantii

Kanadalı yönetmen Atom Egoyan imzalı ‘The Captive-Kayıp Çocuk’ minimalist, sanatsal, iyi işlenmiş, meselesi olan, oyunculukları başarılı bir psikolojik gerilim filmi.

Oscar adaylığı bulunan Atom Egoyan (The Sweet Hereafter, 1997) önemsediğim yönetmenlerden biridir. Geçen yıl izlediğimiz “Devil’s Knot-Şeytan Düğümü” filminden sonra tekrardan benzer konuda bir film çeken Egoyan, çocuk istismarı, cinayetleri ve kaybolmaları temalarını kendisine mesele etmiş gözüküyor. 2014 Cannes Film Festivali’nin yarışma filmlerinden olan “kaybolma” temalı “The Captive-Kayıp Çocuk” filmi ile karşımızda. Bu Egoyan imzalı “The Captive-Kayıp Çocuk” minimalist, sanatsal, iyi işlenmiş, meselesi olan, oyunculukları başarılı bir psikolojik gerilim.

Acaba baba suçlu mu?

Bir önceki filmi “Şeytan Düğümü” gerçekte yaşanmış ve oldukça ses getirmiş bir hikâye ile ilgiliydi. Ve başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Batı Memphis Üçlüsü olarak anılan bu olay herkes tarafından çok bilindik olduğundan filmde Egoyan’ın yönetmen olarak rahat hareket edemediğini düşünüyorum. Bu iki film arasında benim önemsediğim benzerlik ve farklılıklar anne ile baba karakterlerinde toplanıyor. “Şeytan Düğümü”nde baba işlevsel değilken “Kayıp Çocuk” filminde baba en işlevsel konuma geçmiş. Ancak her ikisinde de “Acaba baba suçlu mu?”, “Baba çocuğa bir şey yapmış olabilir mi?” sorusu bir noktada hep canlı tutuluyor. Bir diğer benzerlik, her iki filmde annelerin eşlerinden şüphelenmeye başlamaları. Egoyan’ın bu şüphelenmeyi bir klişe olarak kullanmadığını düşünüyorum. Aile içi yakınlık, eşlerin birbirlerine güvenmesi, sözlerine inanması, birbirlerine duydukları saygı, çocuklarının başına korkunç bir şey geldiği anda paramparça oluyor. Kadınlar sanki kocalarını ile senelerdir birlikte değillermiş gibi onlara yabancılaşıyorlar. Mutlu, sıradan yaşamaların, aile bireylerinin üzerindeki etkisi bir saniye içinde tam aksi yönde hissetmeye başlıyorlar.

Kendisini tam ifade edemediği bu filminden sonra benzer temalı ancak daha serbest olduğu bir filmi hızla gerçekleştirmiş gibi gözüküyor.

Riskli kurgu

Atom Egoyan’ın senaryosunu David Fraser ile beraber kaleme aldığı “The Captive-Kayıp Çocuk” filminde; karlı, soğuk Ontario eyaletinde yaşayan Matthew (Ryan Reynolds) ve Tina Lane (Mireille Enos) genç yaşlarında âşık olup evlenmiş bir çifttir. Buz pateninde iddialı 9 yaşında Cassandra isminde kızları vardır. Bir gün Cass babasıyla antrenmandan dönerken, babası turta almak için bir lokantaya girer. Geri döndüğündeyse kızı Cass ortada yoktur. Egoyan büyük bir risk alarak, farklı hikâye kurgusu ile kaçırılan çocuğun başına ne geldiğini ve onu kimin kaçırdığını hemen gösteriyor. Bundan sonra hikâyeyi her iki taraftan da izleyebiliyoruz. Anne, baba, polis ve Cass ile onu kaçıran Mika. Oldukça ilginç bir karakter olarak resmedilen Mika’nın özellikle Cass ile uyumlu gözüken ilişkisi Stockholm sendromunu son derece değişik işliyor. Kısacası seyirci haricinde filmde hemen herkes baba Matthew’dan şüpheleniyor. Seyircinin tüm bunları erken öğrenmesinin gerilimi düşürdüğünü hiç sanmıyorum. Kaldı ki babanın masum olduğundan emin bir seyirci hâlâ olayın nasıl çözümleneceğini düşünürken masum olan babanın da aklanması yönünde empati içine girerek psikolojik gerilimi katmerliyor. Çocuk İstismarı dedektifi Nicole (Rosario Dawson), annenin acısı ile yakından ilgileniyor ve anne Tina ve Nicole arasındaki ilişkiyi farklı zaman dilimlerinde izliyoruz. Seneler sonra polis Cass’in internet üzerinde görüntüsünü saptar fakat yaşadığı anlaşılan Cass’in nerede olduğu bulunamamaktadır.

Egoyan’ın kariyerine üzülenler

Cannes ödüllü, Oscar adaylığı bulunan Atom Egoyan daha ikna edici bir gerilim filmi yapabilirdi. Zorlamaya yakın finali geneldeki berraklığı bulandırmıyor değil. Ancak yönetmenin kariyerinin düşüşe geçtiği yönündeki eleştirilere katılmıyorum. Sinemada böyle bir kariyer merdiveni yoktur. Bir yönetmenin benzer temalarda ürettiği filmlerle insan incelemesi yapmaya ve gerçek dramları sakin bir atmosfer eşliğinde, bulmacası bol hikâyelerle anlatmaya devam etmesi kadar da doğal bir saplantı olamaz.

Filmde etkileyici bir suç veya Amerikan tarzı güçlü kahraman polisler ve insanlar yok. Sükûnet içindeki atmosferi, kurgu ritmi olan hikâyenin akışında herkes ortalama, herkes gerçekçi. Kara batmış bir kasabada, kilometrelerce boş arazide, hiçbir şeyin olmadığı bu ıssız yerde bir kızın başına bir şey geliyor. Bu küçücük kasabadan dünyaya yayılabilecek bir kötülük ortaya çıkıyor. Bu kötülük virüsü önce bir aileyi, sonra diğerlerini yok etmeye başlıyor. Ve anlıyoruz ki; tüm coğrafyada kötülüğün kendine yer bulmadığı hiçbir nokta kalmamış.

(Birgün,5.1.2015)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN