Post image
Kötülüğün hem kurbanı hem de üreticileriyiz!

İnsan doğasında iyilik de var kötülük de. Ama uygarlık tarihi boyunca kötülük hep baskın çıkmış gibi. İçimizden atamadığımız yahut barışamadığımız, toplumsal olarak dengeye ve huzura eremediğimiz bir alan burası. Kötülük çoğu zaman bireysel planda işliyor ve sadece uygulayanla maruz kalanı bağlıyor, ama kitlesel ölçekte can yakanlar da azımsanacak gibi değil. Savaşlar ve soykırımlar kötülüğü yayan ve meşrulaştıran insan eylemleri. Daha fenası ideolojik egemenliği bahane edenler tarafından araçsallaştırılıyor hatta yasal düzenin parçası hâline geliyor. Böylece düşünme özürlü, ruhsal açıdan güdük toplumlarda kötülüğün hem kurbanı hem de üreticileri oluyoruz. Devlet de kötülük yapanı, tarihsel dönem ya da kitlesel çıkarlar gereği kolluyor, adalet denen mekanizmayı işletmiyor. Kişisel vicdan kavramıyla yetinmemizi istiyor. Son dönemde artan şiddet olayları, kadın cinayetleri tekil örnekler olarak görüldükçe ve aslında bunları yaratanın toplumsal tabanı oluşturan politik seçimler ve yönetimsel süreçler olduğu anlaşılmadıkça kötülük çemberinden kurtulmamız da olası görünmüyor.

Hafta başında Karaca Sineması’nda Boyalı Kuş’u izledim bu düşüncelerle. Filmin aktardığı kötücül dünyaya aslında romandan aşinayız. Hatta her gün haberlere konu olan şiddet yüklü olaylardan, toplumun her yanına nüfuz etmiş kirlilik ve sefillikten, insan denilen yaratığın nasıl da canavarca bir yaşantıyı kendine ve çevresine dayatabileceğini çok iyi biliyoruz. Yine de filmi izlerken perdeye yansıyan şiddet ve kötülüğe şaşırıyor insan. Yaşanan olayların benzerlerinin her gün birilerinin başına geldiğini bilmenin dehşeti sarıyor içimizi.

 

 

İnsanın insana ettiğini hiçbir varlık diğerine yapmıyor aslında. Film bu durumun son yıllarda izlediğim en güçlü temsillerinden birini sunuyor. Jerzy Kosinski‘nin 1965’te yazdığı dünya çapında tartışılan romandan uyarlanan film, Kosinski’nin neredeyse duyarsız bir dille ve sert bir yalınlıkla kaleme aldığı olaylar silsilesini sinemaya aktarma cesareti gösterdiği için peşinen övgüyü hak ediyor.

Doğu Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesini yitirmiş on yaşlarında bir çocuğun başına gelenleri anlatıyor roman. Nereye sığınırsa sığınsın işkence ve zulümden kurtulamayan, şiddetin her türüne tanık olan Joska‘nın kişiliğinde aslında yazarın gerçek deneyimlerinin rolü var. Kosinski de romanın karakteri gibi ailesi tarafından akrabalarına emanet edilen ve sonra köy köy gezen bir çocuk o dönemde. Bir çatışmaya şahit olunca konuşma yetisini kaybetmiş ve savaş sonuna kadar herkesin kolay kolay kaldıramayacağı olaylara maruz kalmış.

Çek film yönetmeni Vaclav Marhoul, böylesine sert bir öyküyü başarıyla ve özünü kaybettirmeden filme aktarmış.

Muhteşem siyah-beyaz görüntüler eşliğinde Joska’yı oynayan Petr Kotlar’ın yaşadığı eziyetleri izledikçe insan olduğumuz için yerin dibine giresimiz geliyor.

Filmin tıpkı roman gibi yoğun ve ağır anlatımı, içerdiği sertliğin şok ediciliği de eklenince gerçekten zor bir seyir deneyimine dönüşüyor.

Muhtemelen günlük hayatın güzel eğlenceleri içinde kaybolmuş geniş kitlelerin izlemek istemeyeceği bir film bu. İnsani kötülüğün yarattığı şiddet olaylarını görmezden geldiğimiz, ulusal ve uluslararası siyasetin yarattığı baskıcı ve sert yönetimsel yapıları boynumuzu eğip kabullendiğimiz gibi…

Yine de filmin içerdiği tüm yoğun kötülük sunumuna karşın, paylaşmayı denediğimiz sürece bizi kuşatacak olan iyiliğe güvenmek zorundayız. Kötülük kadar iyilik de içimizde çok güçlü biçimde duruyor çünkü. Belki de sinemanın en başat işlevlerinden biri bu olabilir:

Sunduğu yoğun katarsis hissi üzerine düşünmemizi ve dünyaya, insana, çevremize bakışımızı değiştirmek için içimize bakmamızı sağlayarak insanca bir yaşam kurmakta bize rehberlik edebilir. Bu yüzden kötülüğün rahatsız edici varlığını gösteren böylesine filmleri tüm benliğimizle ve eleştirel bir akılla izlemeye cesaret etmemiz, bunu öğrenmemiz gerek. Özellikle de şiddet uygulamaktan çekinmeyen kişi ve gruplara, bu tür eylemleri meşru kılmak için yasal yöntemler kullanmaktan kaçınmayan ya da ideolojik görüşlerinin geçerliliği sağlansın diye kötülüğe göz yuman iktidar sahiplerine izletilmesi gerek.

Belki de hayatımızın artık sıradanlaşmış parçası şiddeti sinemada izlemenin yegâne olumlu ve dönüştürücü nedeni budur. Gücü elinde tutan her kim varsa insan olmanın kırılganlığını, yaşamın güzelliğini, kutsallığını ve elbette bu hayatın var oluş sebebi olan sevginin tek gerçek değer olduğunu içselleştirerek anlasın. Anlamak istemeyenlerse toplum vicdanında hesap vermeye hazır olsun. Boyalı Kuş’u mutlaka izleyin, içerdiği şiddeti anlamaya çalışarak umutlu bir gelecek için en büyük görevin bize düştüğünü hiç unutmadan…

(İzgazete, 21.08.2020)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN