Post image
Gördüğüm en ukala film

f1

Atilla DORSAY

Bir süredir sinemadan uzak kalan İspanyol usta Pedro Almodovar, yeni filmi Julieta ile festivalde. Ve elbette yine kadınlar üzerine yoğunlaşan bir film bu…

Film özellikle ana-kız ilişkisi üzerine… Romantik bir genç adamla yuva kuran bir kadın, bir kız sahibi oluyor. Ama kocasını bir kazada yitiriyor. Belki kendisinin de sorumlusu olduğu bir kaza… Bu durum ikisinin de hayatını sanki mahvediyor. Bu üzüntü sonucu evden kaçan kız, uzun yıllar annesiyle tüm ilişkisini kesiyor.

ALMODOVAR YAŞLANMIŞ!

Film, romantik sinemayı melodrama çeviren durumların tipik örneği. Yani genelde üzerine gidilip bir biçimde yenilebilecek şeyleri hayatımızı altüst eden bir trajedi haline getirmek… Eski Yunan tragedyasının buna ihtiyacı vardı. Ama günümüzde öyle mi? Çünkü insanoğlunda bunu dengeleyecek bir güç vardır: Doğanın veya inancınıza göre Tanrı’nm bize bahşettiği… Bu filmde de ziyan olmuş hayatlar, en sevdikleriyle diyalog kuramamış aile bireyleri, parçalanmış hayatlar var. Ben doğrusu çok sevmedim.

Hele ustanın 1980’lerden beri bize sunageldiği o başyapıtları anınca: Sinir Krizi Eşiğindeki Kadınlar, Bağla Beni, Yüksek Topuklar, Annem Üzerine Herşey, Konuş Benimle, Kırık Kucaklaşmalar, vs. Almodovar yaşlanmış geldi bana… Ama bayılanlar da var!..

KORKU FİLMLERİ GÖZDE

Festivalde bu yıl her çeşidinden korku-gerilim filmleri gözde. Yarışmada bile… Bruno Dumont’un ürkünç Ma Loute, Nicolas Winding Refn’in beklenen Neon Şeytan filmleri, özel gösterilerde sunulan ve göremediğimiz Spielberg’in Roald Dahi uyarlaması BFG. Kore filmi Busan Treni…

Belirli Bir Bakış’ta sunulan orta halli Transfiguration adlı vampir filmi ve çok daha yüksek düzeyde saydığım Romen filmi Köpekler… Ki kahramanları kuduz köpekler değil, öldürme hırsının toplu cinayetlere sürüklediği taşra insanlarıydı. Hatta en seçme filmlerin oynadığı Eleştirmenlerin Haftası’nda bile Raw adlı bir yamyamlık öyküsü var!..

Bu çerçeve içinde, Fransız sinemasının yarışmadaki dört filminden bir diğerinin de yine korku türünde olması şaşırtıcı değildi. Üstelik yönetmen koltuğunda Olivier Assayas gibi sevdiğimiz düzeyli bir yönetmen olunca… Ve böylece Personal Shopper filmine umutla girdik. Paris’te geçen film bize aslında medyum olan, ama görünürde çok ünlü bir LOVING yıldıza kişisel ‘alışveriş asistanı’ olarak hizmet veren Amerikalı bir genç kızın öyküsünü anlatıyor. Orada yine medyum olup aniden öbür yana göçen ikiz erkek kardeşinin de izini sürmeye çalışan Maureen, bir yandan ruhlarla, öte yandan amansız bir katille başa çıkmaya çabalıyor.

f2

STEVVART DA KURTARAMIYOR

Benim uzun hayatımda gördüğüm en kötü, en ukala, en kibirli filmlerden biri çıktı bu film. Yönetmen sadece atmosfer peşinde ve hikâyesinde ne gerçek bir tutarlılık ne de sağlam bir gerilim var. Tek pozitif yanı, Allen’in Cafe Society’sinden sonra ikinci kez karşımıza gelen Kristen Stevvart.

Bir zamanların Twilight korku serisinin üne kavuştuşturduğu bu son derece kırılgan görünümlü genç kadın, artık çok iyi bir oyuncu da oldu. Bu yıl Cannes’m belki en popüler yıldızıydı. Ama o bile bu kendini beğenmiş filmi kurtaramadı.

Filmi sevenler de var. Ama hemen hepsi Fransız. Onlar kendi filmlerine sanki farklı gözle veya gözlükle bakıyorlar. Bana sorarsanız, Fransızlar bu tür sinemayı yapamıyor. Tıpkı biz Türkler gibi… Bu olumsuz yargılardan sonra, yarışmadan sevdiğim bir filmi de anayım. *8ır Bir Amerikan filmi Loving (ki bunu ‘sevmek’ diye çevirmemek gerekiyor, çünkü erkek kahramanın soyadı).

Geçmişte de Mud, Take Shelter gibi filmlerle Cannes’a katılmış yönetmen Jeff Nichols’un filmi, ABD’de ırkçılık tarihinin önemli olaylarından birine değiniyor. 1958’de açılan film, birbirlerine âşık, emekçi sınıfından bir çiftin öyküsü. Kadın hamile kalıyor. Ve evleniyorlar. Dünyanın en doğal hikâyesi, değil mi?

SİNEMA GERÇEĞE DÖNÜNCE…

Ama eğer o yılların ABD’sinde güney eyaletlerinden birinde yaşıyorsanız… Ve eğer farklı renklerdenseniz… Hiç de öyle olmuyor. Ve beyaz Richard Loving, siyahi eşi Mildred’la mutluluğa kavuşamıyor. Çünkü o eyalet yasaları ve toplumun genelinin bu birleşmeye bakışı hâlâ çağ dışı kalmıştır. Ve işin ucunda hapisten linçe en kötü seçenekler vardır.

Bu sakin ve klasik biçimde anlatılmış film, çağın en büyük belalarından ve en yenilmez önyargılarından biri olan ırkçılığa sağlam bir tokat atıyor. İki temel gücü var. Biri olayın tümüyle gerçek olması ve Amerikan sosyal tarihinden hemen hemen olduğu gibi nakledilmesi.

İkincisiyse bu durumun uzun bir mücadele sonrası (buna Martin Luther King sonrası da denebilir), ancak 1967’lerde Anayasa Mahkemesi’nce çözüme ulaşması. Ki andığınız olay bu sonuçta önemli bir rol oynamış… Tüm bunlar, aslında ABD gibi dev bir ülke için ne ayıp!…

Filmin oyuncuları da kusursuz. Özellikle âşık çifti oynayan Joel Edgerton ve Ruth Negga ikilisi sonuçlarda söz sahibi olabilir.

(Yarına Bakış, 201.15.2016)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN