Post image
‘Çocuk istismarı bir insanlık suçudur’

Mehmet Utku ŞENTÜRK

Saf kötülük, çocukları sever. Çünkü her ikisi de katışıksızdır. Biri net siyah, diğeri net beyaz. Üstelik ikisi birleşince gri çıkmaz ortaya. Kötülük ne kadar safsa, iyiliği o denli bozar… Yazar ve eğitim uzmanı Emine Supçin son romanı “Kış” da bir takım cemaat yurtlarında yaşanan çocuk istismarlarını konu ediniyor. Adaletin bile bağımsızlığını yitirip güçlünün ve muktedirin yanında taraf tuttuğu toplumun bu yarasını cesaretle ele alıyor ve unutulmaması için çaba sarf ediyor. Emine Supçin ile “Kış”ı, saf kötülüğe maruz kalan çocukları, yazma serüvenini ve yeni projelerini konuştuk…

Yazma serüveniniz nasıl başladı? Bize biraz bahseder misiniz?

Ortaokul ikinci sınıftaydım ve şiir yazıyordum. Bir gün elime nereden geldiğini hiç bilmediğim Erciyes Dergisi adlı bir yayın geçti. Oraya bir şiirimi gönderdim ve ortalama bir ay sonra adresime yayınlanmış şiirimin de içinde bulunduğu dergi ve bir mektup geldi. Destekliyordu beni. İşte o an… O an değiştirdi beni. Yazmak ve yazdıklarının yayınlanmaya layık olduğunu bilmek özgüveni getiriyor. Sonrasında pek çok yerel gazete ve dergide yazdım. Halen Denizli’de çıkan Denizli Gazetesi’nde ülke eğitimini eleştiren “Cahiliye Günlükleri” köşemde ve Ege bölgesine dağıtımı yapılan Ve Kadın Dergisi’nde mizahi yazılarımı yazmaya devam ediyorum. Yazmazsam deliririm. Vallahi, şaka değil.

Tüm sanat dallarında olduğu gibi aslında edebiyatın da ülkemizdeki başkenti İstanbul, İstanbul’da olmadıkça bir kitap çıkartmak da edebiyat çevrelerinde kabul görmek de bayağı zor bir iş. Siz Denizli’de yaşıyorsunuz, bu zorlukları nasıl aşıyorsunuz?

Şans mı demeliyim acaba? Bilemedim. Belki de günümüz dünyasının çok daha küçülmüşlüğü ile ilgilidir. İstanbul Denizli’ye 50 dakika mesafede, internet anında iletişimi sağlayan araç.

Fakat sizin sorunuz bu değil, biliyorum. İnanın sanat ve yazın çevresinde olmayı çok isterdim. Sohbetlerine katılmayı, o güzide çevrenin fikirlerini bizzat kendilerinden dinlemeyi çok arzularım, ama işim gereği Denizli’deyim. Bu durumlarda aklıma hemen Mustafa Kemal’in sözü gelir; hani der ya beni tanımak ille de yüzümü görmek değil, fikirlerimi anlamaktır, işte o hesap ben de yazın ve edebiyat çevresinin yazılarını, kitaplarını okuyarak onlarla oluyorum.

Son romanınız “Kış”ta bir takım cemaat yurtlarında yaşanan çocuk istismarlarını anlatıyorsunuz…

Memleketin ne çok yarası var, değil mi? Çocuk gelinler, çocuk istismarları, yakılan, sökülen ağaçlar, bizzat insan eliyle zarar gören hayvancıklar… Hani ilk başta, var olan her nüvenin varlık hakkından söz etmiştim ya, işte ilk olarak o haklar çocukların, bitkilerin ve hayvanların olmalıdır. Ve bu ancak yasalarla düzenlenebilir. Yasa yapıcılar ne yapıyorlar bilmiyoruz.

Dokunulmamış Kadınlar çocuk gelinleri kurgunun merkezine koyarken yanı sıra cehaletle savaşın da anahtarını gösteriyor. Kitabın ruhu olan ve ilk sayfasında iki cümle ile özetlenen giriş sözü şöyle der: “Cehaletin tek korkusu kadındır. Çünkü kadın öğrenirse, çocuklarına da öğretir.” Bu ifade o kadar çok bayraklaştı ki kitabın ve yazarın önüne geçip, alıntılandığı belirtilmeden milyonlarca kez sosyal medya hesaplarında paylaşıldı.

Her neyse…KIŞ’ı yazmasaydım, başka hiçbir şey yazamayacaktım. Çocukların maruz kaldıkları istismarları düşündükçe, o istismarların ardında bıraktığı haber ya da adli tıp raporlarını gördükçe içime kan doluyor. Onların acıyan etleri, sönen ruhları, incinen onurları, kişiliklerine aldıkları en derin yaraları ta içimde hissediyor ve delleniyorum. Öğretmen yanım bir yas tutturuyor ki ne dağ dayanır, ne deniz… Canım yanıyor, canım… Ensar Vakfı’nda meydana gelen ve 45 çocuğun mağdur olduğu o olayda düğümlendim… Ve yeniden yazabilmem için o çocuklardan birini hikâye edinen KIŞ’ı yazmaya başladım. Bu romanı yazmazsam, yazmaya devam edemeyeceğimi düşünüyor ve söylüyordum. Elimde başka projeler de vardı yazılmayı bekleyen ama KIŞ önce çıkmalıydı. Peki, ben yazınca sorun bitti mi? Elbette hayır. Yobazlık bitmeden, sorunlar bitmeyecek…

70’li ve 80’li yıllarda Amerika’da Charles Bronson’ın bizde Cüneyt Arkın’ın başrol oynadığı “vengeanal filmler” diye isimlendirilen intikam filmleri vardı. Birisi çıkar ve bütün kötü ya da mafya karakterleri öldürür. Kitabınızın ana karakteri Elif de “Ateş Karıncası”nda vücut bulmuş çocuk istismarcılarından intikam alıyor. Bu öyküyü yazarken hangi duygularla yazdınız?

İntikam duygusu, çaresizlikten doğar. Çocuk istismarından tutuklandı (veya kadın cinayetinden tutuklandı,) fakat mahkemede gösterdiği iyi halden şu kadar indirim aldı, haberlerini hepimiz okuyoruz. “Mahkemede iyi hal” nedir, biri bunu açıklayabilir mi? Bir yanda sperm artıkları ile kirletilmiş çocukluk onuru, öte yanda mahkeme salonunda kravat taktığı için taltif gören sapık!

İşte bu çaresizliktir. Ve çaresizlikle öfkenin buluşma noktası, orman kanunlarıdır. Yasalara olan inancın bittiği yerdir orası. Mafya türer, kişisel intikamlar alır başını gider. Aslında iş yine yasa yapıcılara düşüyor.

Kitabınızla ilgili okurlardan nasıl yorumlar alıyorsunuz?

Yorumlar beni çok mutlu ediyor. “Bir solukta okudum,” diyenden, “Bu kadar zor bir konuyu, çirkinleştirmeden, ama yine de yürek burkarak anlatabilmek marifettir,” diyene kadar pek çok yorum alıyorum. Aldığım her yorum beni sonraki çalışmalara güdülüyor.

Yeni projeler var mı?

Olmaz mı hiç. Tıpkı ikinci kitabım “Filozoflardan Seksi Şeyler” gibi bir mizah kitabı üzerinde çalışıyorum. Yazarken çok eğleniyorum, bakalım okuyucu onu nasıl değerlendirecek.

Biraz ipucu verebilir misiniz?

Şöyle söyleyebilirim: Kitap kadın erkek ilişkilerine dair, ama şimdiye kadar kimsenin dokunmadığı bir yerden ele alıyor. Örneğin Hz. Hatice’nin peygamberi olduğu bir dinin mensupları olarak nasıl olurduk? Ya da İsa değil de Ana- Kızı (Meryem) ve kutsal ruh üçlemesi süper olmaz mıydı? Olur muydu ki? Kitap bitince göreceğiz.

(Birgün, 08.04.2020)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN