Post image
‘Bir volkan parçasıydı’

Zeynep Oral’dan “Direniş ve Umut: Reha İsvan

Bir Milli Mücadele kahramanının kızı; başarılı ve kişilikli bir öğrenci, belediye başkanlığı yapmış Ahmet İsvan’ın eşi, ayakları üzerinde durmayı başarmış, üç çocuğunun annesi, yurtiçinde ve yurtdışında ülkesini temsil etmiş bir meslek kadını ve Barış Derneği davasının tek kadın sanığı… Metrisin en yürekli tutsağı… Direnişin ve umudun sesi… 2013’te yitirdiğimiz Cumhuriyet Reha isvan. Müthiş mücadelesi, azmi, direnişi, gazeteci-yazar Zeynep Oral’ın “Direniş ve Umut: Reha İsvan” kitabıyla okurlarla buluşuyor. Oral kitabını, hapisten çıkar çıkmaz Reha Isvan’ı soru bombardımanına tutarak “bu yaşananları herkes bilmeli, herkes öğrenmeli” tutkusu ve “yazmazsam ölürüm” inancıyla kaleme almış, Oral’la “Direniş ve umut: Reha İsvan” kitabını ve günümüz izdüşümleri üzerine söyleştik.

Gamze AKDEMİR

– Daha önce 1986’da “Bir Ses” adıyla yayınlanan kitabınız şimdi “Direniş ve Umut: Reha İsvan” adıyla çıktı. Neden yeniden?

– Sevgili Reha isvan 2013 Mayısı’nda aramızdan ayrıldı. O andan itibaren sayısız okuyucu benden kitabımı ister oldu. Onu tanımış ya da tanımamış olanlar, onunla hapishaneyi, hücreleri, bütün o baskıları yaşamış olanlar, çocukları vd. Oysa 1980’lerde on baskı yapan kitap, çoktan tükenmişti. Benim elimde sadece bir adet kitap vardı ikincisi yoktu. Hiç kimseye yollayamadım… Reha Hanım aramızdan ayrılınca basında tek tük çıkan haberlerde bile sayısız yanlış vardı. Bu beni kahretti. Ona borcum var duygusunu yaşadım. Sonra biliyorsunuz mayıs sonunda Gezi protestoları başladı ve ülkenin her yanma yayıldı. İşte yine Taksim’e gittiğim bir gün Gezi Parkı’ndaki geçici kitaplıkta bir baktım kitap yığını arasında “Bir Ses” kitabım. Tam uzanıp alacaktım ki bir başkası uzanıp alıverdi. Kitabın ardından öyle bir bakmışım ki genç kadın anladı, isterseniz siz alın, dedi. Beni tanımıyordu. Yok, sizde kalsın, bende evde bir tane var dedim… O kadın dönüp bana demez mi, ” Reha isvan hayatta olsaydı, şimdi burada bizimle Gezi Parkı’nda olurdu.” işte zannediyorum, o söz üzerine kitabımın yeniden basılmasını istedim. Adının “Direniş ve Umut: Reha isvan” olması, Metis Yayınları’nın önerisiydi. Ben de seve seve kabul ettim. Şimdi kitapçı raflarında olması beni mutlu ediyor.

– Cumhuriyet Reha İsvan’ı nasıl bir ortamda ve süreçte tanıdınız?

-12 Eylül faşist darbesi öncesi sadece İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın eşi olarak tanırdım. Kimi kadın sorunları toplantılarında karşılaştığımız olmuştu… Ama doğrusu hiç öyle bir dostluğumuz ya da düşünce alışverişi yapacak düzeyde bir sohbetimiz olmamıştı. Ben Reha Hanımı asıl Barış Derneği Davası sürecinde mahkemelerde tamıdım. 12 Eylül faşizmi Türkiye’yi çizmeleri altında ezerken ülkeyi dev bir cezaevine çevirmişti. Bir yanda işkence, baskı ve tüm yasaklar sürerken bir yandan da sıkıyönetim mahkemelerinde insanlık onuru yok ediliyor, insan yaşamı dönen çarkların dişlileri arasında eziliyordu… Barış Derneği Davası’nda birçok tiyatrocu, ressam, yazar, gazeteci arkadaşım yargılanıyordu ve ben hiç kaçırmadan o duruşmaları, izlemeye çalışıyordum ve işte o duruşmalarda gide gele, davanın tüm sanıklarıyla aramda bir yakınlaşma oldu. Onlar sanık, ben basın bölümündeydim, ama bu ikisi birbirine yalandı. Duruşma öncesi ve sonrasında birbirimize dokunma, hatta sarılma ve konuşma olanağı bulurduk. Bir duruşmayı kaçırsam “Niye gelmedin?” diye sitem edenler bile olurdu. .Zaten tek amacım, yazılarımla olsun, duruşmadaki varlığımla olsun hepsine “yalnız değilsiniz” duygusunu vermekti… Şimdilerde Ergenekon, KCK, Balyoz gibi mahkemeleri de izledim, inanın o zamanki sıkıyönetim mahkemeleri, şimdiki özel yetkili mahkemelerden çok daha insaniydi. En azından sanıklar neyle suçlandıklarını bilirdi! Yine o dönemde büyük mahkemeler için spor salonlarım, duruşma salonlarına çevirmişlerdi. Hiç unutmam Barış Davası bir basketbol salonundaydı. Yerde çizgiler, pota bile yerli yerindeydi. Şimdikiler daha acımasız: Mahkeme salonunu getirip cezaevlerinin içine kurdular. Silivri rezilliğine bakın!

– Bu ortam ve süreçte Reha İsvan’a ilişkin izlenimleriniz neydi?

– Barış Derneği Davası’nın tek kadın sanığıydı. Ancak dikkatimi çeken tek kadın olması değil, söyledikleri ve söyleme biçimi, hali, tavrı, edasıydı ve bir volkan parçasıydı! Hâkimler, savcılar karşısında müthiş bir duruşu vardı. Başı hep dik, dimdikti. Her duruşmaya çok bakımlı gelirdi. Makyajı, saçı, giysisi pırıl pırıl. Kendinden çok emindi. Hep çok güçlü görünürdü, içinde fırtınalar koparken bile dışarı o güçlü kadın görüntüsünü verirdi, ister sanık sıralarında oturuyor, ister savunmasını yapıyor olsun, hâkimlere, savcılara hep biraz tepeden bakardı. Biraz değil, epeyce tepeden bakardı. Savunmasını yaparken yumuşak bir sesle başlar giderek sertleşir ve bir sanıktan çok, bir öğretmen tavrıyla ders vererek bitirirdi. Müthişti. O duruşmalarda gözlerimi ondan ayıramazdım.

– O zaman mı karar verdiniz kitabını yazmaya?

– Hayır hayır, o duruşmalar sırasında; arkadaşlarım, aileleri, sevenler, sevilenler işkencedeyken, baskı görürken, Reha Isvan’la ilgili kitap yazmayı falah düşünemezdim, düşünmüyordum… Özal’ın hükümeti kurmasından sonra, Evren hâlâ cumhurbaşkanıken bir sürü “geri zekâlı” insan -kusura bakmayın başka bir niteleme bulamıyorum: 12 Eylül dönemi bitti zaafına kapıldı. Çevremde, işkenceyi, baskıyı, yasakları, adım adım ilerleyen gericiliği, irticayı yok sayan, “yokmuş gibi” yapan, bilse bile bilmezlikten gelen, sözünü etmeyen öyle çok insan vardı ki… Onlara anımsatmaya çalıştığımda, ya şaşarmış gibi yapar ya geç şimdi bunları diye küçümser ya da “ekonomik kalkınma”dan söz ederlerdi… “Bu yaşananları herkes bilmeli, herkes öğrenmeli” düşüncesi, tutkusuydu beni bu kitabı yazmaya iten. “Yazmazsam ölürüm” inancıyla… O nedenle Reha Hanım hapisten çıkar çıkmaz karşısına geçtim ve onu soru bombardımanına tuttum… Zaten ben bütün kitaplarımı o endişeyle yazdım: “Bunu herkes bilmeli” endişesiyle… “Kadın 01mak”tan tutun “Leyla Gencer-Tutkunun Romanı”; “O Güzel insanlar”, “O Büyülü insanlar” sadece bu amaçla yazıldı. Herkes bilsin. “Duymadım, görmedim, bilmiyordum” demesin diye…

– Metris’te 38 ay tutsak kalan Reha İsvan’ı parmaklıklar arkasında nasıl bir yalnızlık ve kalabalık bekliyordu? İkinci kez tutuklandığı 14 Kasım 1983 ile serbest bırakıldığı 17 Şubat 1986 arasında koğuştan koğuşa sürükleniyor! Tam 9 koğuş! Sonra sizi sayısız sesle buluşturduğunu yazıyorsunuz. Hangi seslerdi bunlar, neler işittiniz?

– Tutukluluk hali bir ilkti Reha isvan için. Daha önce hiç tutuklanmamışü. Zaten o buna tutukluluk demiyor “esaret” diyordu. Sanki bir savaştaymışız ve askerler “düşman”ı esir alıp hapse tıkmıştı… Unutmayalım ki hüküm yemeden tutukluluktu onlarınki de. Yani şu son yıllarda yaşadıklarımızdan pek farklı değildi. Önce içeri atılma, yargılanma boyunca uzun tutukluluk… Bu kitap üzerine çakşırken ben sadece Reha Isvan’ın başından geçenleri, ona yapılanları yazıyorum, o davanın korkunçluğunu, Metris Askeri Cezaevi’ni yazıyorum sanıyordum, ama öyle olmadı. Bir insan, Reha Hanımı dinlerken Metris Askeri Cezaevi’ndeki evet yüzlerce, binlerce insanın sesini duydum. Onu dinlerken ülkemin hapishaneler coğrafyasından binlerce sesi dinledim. Çoğu gençtiler. Direndiği için hapisteydiler. Birileri onları “düşman” bellemişti. Bakın dönemler geçiyor, yıllar geçiyor bazı şeyler hiç değişmiyor. O gün de bugün de zulüm devam ediyor, işkence yöntemleri değişiyor. Belki bugün elektrik verilmiyor, Filistin askısı kullanılmıyor, ama hâlâ çocukları ve yaşlıları bile tepeden tırnağa soyup çıplak aramalar, onur kırıcı davranışlar devam ediyor. Bugün de sesini çıkarana, direnene, biber gazı cop, kurşun…

– Günümüz izdüşümlerini açarak tam da bu bağlamda sorarsak Refra İsvan maruz kaldıkları anlamında hangi değişmeyenlerin de simgesi olmuştu ve kitabınız bu bağlama nasıl bir vurgudur?

– 12 Eylül 1980’den bu yana çok yıllar geçti, ama yarattığı tahribat geçmedi, bitmedi. Faşist askeri darbe bu ülkeyi birkaç on yıl geriye götürdü, ama ya şimdiki darbe? Şimdilerde dillerden düşmeyen sorular şöyle: Acaba AKP’nin sivil darbesi ülkeyi kaç yıl geriye götürdü? Ya eğitim birliğinin bozulması? Ya kadın erkek eşitliği? Ya yargı bağımsızlığı? Ya sendikal haklar? Ya haberleşme özgürlüğü? Düşünce ve ifade özgürlüğü? Günümüzde, 12 Eylül Anayasası hâlâ yürürlükte. Antidemokratik seçim ve parti yasaları hâlâ geçerli. Yapılan yasal düzenlemeler, çağdaş ve evrensel değerlerden çok uzak. Tamam, 12 Eylül 1980’den bu yana çok yıllar geçti, ama yarattığı tahribat geçmedi, bitmedi. Kimileri aksini iddia etse de demokratik gelişmeye hâlâ geçit yok! Bunu vurgulamak hepimizin boynunun borcu. Bakın, geçen mayıs sonunda, Taksim Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesine karşı çıktıklarında, bir avuç gençtiler. İktidarın ve kolluk güçlerinin saldırganlığıyla, baskıcı şiddetiyle, orantısız gücüyle ve acımasız tutumuyla kitlesel eylemlere dönüşen bir hareket yarattılar. Yaşamıma karşma, dediler. Bana saygı duy, dediler. Bir parka saygı duymakla insanlık onuruna saygı duymak arasında fark görmediklerinden, eylemleri ülkenin her yanına yayıldı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu kesin. Şarkıyla, müzikle, kitapla, şiirle, çiçekle, mizahla, sanatla, yaratıcılıkla, akılla, düş gücüyle direndiler. Durarak direndiler, gülerek direndiler, yaralanarak, sakat kalarak, ölerek direndiler… Bugün ülkemin cezaevleri yine insanlık onurunu savunan genç direnişçilerle dolu… Sevgili Reha İsvan, Gezi Direnişi’ni göremedi, istedim ki bugünün gençleri Reha İsvan’ı, o günlerdeki direnişin ve umudun sesini tanısın. Askeri darbelerde de sivil darbelerde de işkencenin, baskının, yasakların, acının sesi değişmiyor. İstedim ki, o sesi herkes yeniden duysun, daha önce duymuş olanlar hamlasın.. İstedim ki hiç ama hiçbir şeyin unutulmadığı bilinsin…

– Metris Askeri Cezaevine girişinden yedi ay sonra, duruşmada söz sırası kendisine geldiğinde ülküsünü başlıca hangi cümlelerle dile getirmişti?

– Reha İsvan Atatürkçü, Cumhuriyet ilkelerine inanan, demokrasiye tutkun, toplumun bağımsızlığı, özgürlüğü, eşitliği ve tam demokrasiyi benimsemesi için yaşamı boyunca çalışmış bir insandı, ilerici bir aydındı. Silahlanma yarışına “dur” diyenlerdendi, insanı, doğayı yok etmek isteyen hainlerden gelen tüm lanetlere göğüs gerenlerdendi. “Ben seçimimi . yaptım. Kendi çıkarları için insanların, uygarlığın, doğanın tahrip edilmesi tehlikesini bilmezlikten gelen gafillerle birlik olamazdım” diyordu. O nedenle “Barış”ı seçmişti. Barış için savaşmayı seçmişti. Hiç unutmuyorum: insan olmak, kadın olmak, öğretmen olmak, ziraatçı olmak, anne olmak, büyükanne olmak, sorumluluğunun bilincinde olmak… Bütün bunlar onda bir bütündü ve savaşlara savaş açmasında, seçimini yapmasında bütün bunların ve her birinin önemli etkisi vardı. “Ben, evlatlarım, öğrencilerim, yurttaşlarım ölmesinler diye, savaşla, savaştan yana olanlarla savaşanlardanım! Bunu böyle bilesiniz” diye haykırıyordu.

– Direnişin özgün bir simgesiydi.

– Cezaevindeki direnişi sadece ve sadece insanlık onuru korumak içindi. Bir insanın onurunu korumasının, tüm insanlığın onurunu korumasına bedel olduğunun bilincinde… Bir tek gün olsun disiplini elinden bırakmadı. Bir tek gün umutsuzluğa kapılmadı. Kendine inancı sonsuzdu. Haklı olduğunu, devlete karşı bir suç işlemediğini biliyordu. Dedim ya, kendini tutuklu değil, esir gibi görüyordu. Haklarını çok iyi biliyordu. O haklarını sonuna dek savunuyordu. Elinden alınmasına izin vermiyordu. Yalnız kendi haklarını değil, “kızlarının” da haklarım koruyordu. Bütün tutuklular ondan çok daha gereçtiler o nedenle hepsine “kızlarım” diyordu. Ama kuralları da çok iyi biliyordu ve o kuralları yerine getirmeye, kendisine laf ettirmemeye çok büyük özen gösteriyordu. Örneğin hastaneye götürülmek, doktora çıkmak, onur kinci bir hale dönüştüğünde bir daha hastaneye gitmeme karan aldı ve gitmedi. Örneğin hapishane yönetimlerini dilekçe bombardımanına tuttu. “Devlet ciddiyetine olan inancım ve saygım nedeniyle” diye başlayan, yapılan yanlışları tek tek sıralayıp duran dilekçeler.

– Evet, dilekçeler… Kitapta önemle yer alan bir diğer nokta. Metris’te dilekçelerle nasıl bir mücadele veriyor Îsvan?

– Gerçekten o dilekçeler, müthiş bir direniş, ama aynı zamanda harikulade bir kara mizah örneği. Örneğin “falanca gün falanca saate, sayımda yetkili ve görevlilerin huzurunda sarf edilen bir sözün başta 1982 Anayasası olmak üzere tüm yasalara aykırı olduğunu bildiğimi bildirmeyi görev sayıyorum” diye başlıyor ve “kızlarından birine yapılan küfrü şikâyet ediyor” ya da mazgaldan uzatılan hiçbir kâğıdı imzalamayacağını söyleyip “daha önce de bana aslı olmayan suçlamalar atfedilmek istendiği için endişelerimi arz ederim” diye bitiriyor. Ama Reha Hanım sadece direnişin değil, aynı zamanda umudun da simgesiydi. Tüm o gençlere her an umut aşılamaktan, onları neşelendirmekten, yaralarını sarmaktan, onlara “annelik” etmekten bir an olsun geri kalmadı. Kitapta bunun örnekleri çok var. Cop seslerini bastırmak için verilen konserler… Düş dünyasında oynanan oyunlar… Bitmiş bir ruju idareden geri almak için verdiği mücadele…

– Kitabın dili… Tam da Reha îsvan gibi yufka yürekli bir dille ama başı elbet dik yazılı… Yaşanan ve yaşatılanlar düşünüldüğünde sıcak bir dil beklemiyor insan doğrusu. Bunu özellikle mi tercih ettiniz?

– Doğrusu, kitabın kurgusu beni çok uğraştırmıştı. Çabuk ve kolay okunmasını istiyordum. O nedenle zaman ve mekân içinde ya da tarih ve coğrafyada gidiş gelişlere sıçrayışlara yer verdim. Epik bir yöntem, kısa kısa sahnelerden oluşan bir biçem yeğledim. Dili benim dilim. Biraz direnç, biraz özlem, biraz umut, başta Reha İsvan’a olmak üzere zulme direnenlere bolca sevgi ve saygı dili, dayanışma dili…

(Direniş ve Umut: Reha İsvan/ Zeynep Oral/ Metis Yayınları/ 194 sayfa)

(Cumhuriyet Kitap, 20.02.2014)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN