Post image
Bir kuşağın hikâyesi

 

Soner SERT

Anders’in felsefe ve edebiyat arasında salınan günlükleri, okurları için bir sohbet havası taşıyor. Soruların, hasret ve ümitlerin, cevapların ve yakınmaların işitildiği metin, yazarı yakından tanımak için biçilmiş kaftan.

Yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden, İnsanın Eskimişliği gibi erken bir tarihte teknolojinin insanla kavgasını -ya da tam tersini- irdeleyen kitabıyla tartışmalara sebep olan Günther Anders’in Türkçeye çevrilen son kitabı Umutsuzsam Bana Ne! / Değilmişim Gibi Devam! İthaki Yayınları’ndan çıktı. Walter Benjamin’in kuzeni, Hannah Arendt’in eşi, Marx’ın uzaktan akrabası Anders’in bu kitabı, 1941-1966 yılları arası tuttuğu günlüklerden oluşuyor.

Tarihsel olanı önceleyerek -günün klasik olaylarını peşi sıra dizmek yerine- tanık olduklarını, hissettiklerini fragmanlar halinde -Frankfurt Okulu’nun kıyısından köşesinden geçen ya da merkezinde duran her insan gibi- kaleme alan Anders, Hollywood stüdyolarında yaptığı temizlik içliğinden sürgünde geçen ömrünün yalnız yıllarına kadar, güçlü bir izlek çıkarıyor.

Yüzeysel olandan ziyade, derinlemesine tahlil ettiklerini sahici bir üslupla ve hep kenarda kalarak anlatan Anders, “ham kalan”ı öteye iter. Her daim üzerine düşündüğünü, evveliyatıyla ve 180 derecelik açıyla gördüklerini yalpalamadan aktarır Anders. Diğer çalışmalarında görülen sert ve hoyrat dili yoktur belki günlüklerinde ama daha duygulu bir üslup kullanır. Şüphesiz bu noktada belirleyici olan eserin kişisel bir bağlamdan hareketle kaleme alınmış olmasıdır. Aradaki duvar çekilmiş, mesafe azalmıştır artık.

Çalışmanın son kısmında yer alan “Ölüler Diyarını Ziyaret” haricinde, daha yoğun ve daha “dışarıdan” bir aktarım söz konusudur. Fakat diğer bölümlerde, daha düşünülmüş, daha kapsayıcı meseleler tercih edilir. “Her birimiz, ancak başkaları tarafından var olarak kabul edilip ilgi gördüğünde, kendini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde var hisseder” de der Anders, “İçinde bulunduğumuz zaman, bizim gibilerden belli ölçüde -geçmiş dönemlerde hem bilinmeyen hem gereksiz olan- bir karakter sağlamlığı bekliyor” da… Bu üslup ve düşünüş biçiminde belirleyici olan öğe -bana kalırsa- yazarın henüz 20’li yaşlarında yarattığı Molusya ülkesinin varlığıdır. Düşsel olarak yarattığı ve nesnel olarak hiçbir karşılığı olmayan bu ülke üzerinden, yirminci yüzyılın can yakıcı sorunları militarizm ve totalitarizm gibi kavramları anlatan Anders, günlüklerinde de kendi yaşamına dışarıdan bakar. Sanki bu dünyadan değil gibidir. “…ilk planda kitabın konusu olarak değil, bir tür mikroskop olarak varım; kendisi gözleme hizmet eden ancak seyir için sergilenmeyen bir mikroskop olarak” diyerek açıklar Andres, günlüklerindeki mevziisini.

Her daim bir teftiş hali hüküm süren bu metinlerde, insanın varoluşunu, biçimlenişini ve yerküreyle olan sorunlu ilişkilerini odağa alan Anders, metinleri yayımlamaya aday bulduktan sonra sıkı bir elemeye tabi tutar. Bu noktada, sahici olanları yayımlanmaya değer olarak niteleyen yazar, anlık izlenimlerin gerçekliklerine kavuştuğu anda kıymetli olduğunu düşünür.

Her ne kadar biyografi gibi olmasa da Anders’in yaşamının bir aralığında -yirmi beş yılda- kaleme alınan bu yazılar, yazarın yaşamının uzun bir kısmına da fener tutuyor. Onun koşullanışını, yaşamla kurduğu ilişkinin engebeli yollarını, hislerindeki dönüşüm ve değişimi ve diyardan diyara sürüklenen ömrünü dolaysız bir şekilde gün yüzüne çıkarıyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası, Avrupa insanının yaşamındaki değişimi, hayal kırıklıklarını ve hüsranını da merkeze alan bu yazılar, bir kuşağın hikâyesi olarak da okunabilir. Bu bağlamda niyetlenen o olmasa da tarihsel olanın yine öne çıktığını söylemek mümkündür.

Anders, metinlerde sık sık okuruna -evvela kendine- sorular sorar. “Gerçek tarihin dejenere olup sahte bir bilgi birikimine dönüştüğünü duymaktan usandım. Diğeri de var mıdır acaba? ‘Sahte’nin ‘sahici’ye, kopyanın orijinale dönüştüğü süreç?” Esasen her günlük biraz da böyle bir vazife görmez mi? Bir vakit tanık olduklarımızı, başımıza gelenleri, üzerine kafa yorduklarımızı -kodlama merakı duymasak bile- anlamlandırmak, en olmadı görünür hale getirebilmek için, kendimize anlatmaz mıyız? Küçük yaşlardan itibaren ebeveynlerimiz tarafından günlük tutmamız salık verilirken bunu biraz da kendimizi tanımak, yaşamı anlamlandırmak için yapmaz mıyız? Anders, bir filozof olmanın verdiği bilinçle, -özellikle Avrupa’ya dönüş sonrası- bütün bir insanlık için dönem insanının ruh halini, kaygılarını ve umutlarını -o da onlardan biridir- kendine anlatmaya gayret ediyor. Dönüşen yerkürenin, bir insan ve filozof olarak izleğini çıkarmaya çalışıyor. Bir muhasebeci edasıyla yerine, kafasını insan yüzlerine çeviriyor ve -geçmişi unutmadan- geleceğin izlerini arıyor. “Geçmişten kalmış şeyler için sorgulanma korkusu olamaz: Pek kimse önemsemiyor artık bunu. Sakın yarından duyulan korku olmasın?”

Anders’in günlüklerinde dikkat çeken noktalardan bir diğeri de yazarın, toplum ve edebiyat hakkında düşüncelerini -ortaklıklar bularak- dile getirmesidir. Henüz Amerika’da bulunduğu günlerde, geçen yüzyılın toplumsal ve edebi bağlamda ana temasının aşk olduğunu söyler Anders. Ona göre aşk, hem hayatta hem de sanatta bir “ikame kurtuluş” işlevi görmüştür. Bunun sebebinin ise dinin ve ekonominin tökezlemesi olduğunu iddia eder. Hristiyanlığın dünyevileşmiş olmasının dinsel bir kurtuluş umudunu devre dışı bıraktığını, “ekonomik bireycilik” anlayışlarının ise “birlik yoluyla kurtuluş” düşüncesiyle çeliştiğini söyleyen Anders, “Yalnızca aşk karşılardı bu ihtiyacı; aşk kurumlardan, gündelik hayattan, yalnızlıktan, ‘kurtarırdı’; özeldi, iki insandan fazlasına ihtiyaç yoktu; dünyeviliğin vücuda gelmiş hali olduğuysa açıklama gerektirmiyordu” sözleriyle düşüncelerini açıklar.

Felsefe ve edebiyat arasında salınan günlükler, Anders okurları için, bir sohbet havası da taşıyor, denilebilir. Soruların, hasret ve ümitlerin, cevapların ve yakınmaların işitildiği bu metin, yazarı daha da yakından tanımak için biçilmiş kaftan.

(Birgün, 27.05.2021)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN