Post image
Bilim kurgu türünden beklenen posthümanizm

 

Tuğçe MADAYANTİ DİZİCİ

Sinemanın icadından beri uzaydayız. Sinema, 1902’de A Trip to the Moon ile Ay’a, 1918’de A Trip to Mars ile Mars’a gidip gelmişti bile. Bilim kurgu türünde kendine çok geniş alan bulmuş olan Ay ve Mars temalı filmler, bilimsel gelişmelerin etkisi, keşiflerin hız kazanması ve pek çok şeyin bilinir hale gelmesiyle, sinemasal hayal gücü, gözünü başka gezegenlere dikti. En son “The Martian” ile Mars’a gittikten sonra, Ad Astra ile Neptün’e kadar giden sinemasal hayal gücü, şimdi biraz daha geri dönerek The Midnight Sky ile Jüpiter’e geldi. Aslında kimin hangi gezegene gittiği veya gitmeye çalıştığı pek bir şey ifade etmiyor. Tam anlamıyla bilim kurgu türüne ait olsalardı büyük olasılıkla gezegenler daha çok şey ifade edebilirdi. Bu bahsettiğimiz filmler ve benzerlerinde, bilim kurgu türü neredeyse alt tür konumunda. Çok sayıda alt türü olan ve her türlü temaya sahip çıkan bilim kurgu türünü tam anlamıyla tanımlayabilmek hâlâ güç. Tanımlanması hâlâ güç olsa da çok net bir kriteri belirlemeliyiz; bilim kurgu türü hayali bir alternatif oluşturmalı.

İNSAN MERKEZLİ BİLİM KURGU

Bugün sinemada bilim kurgu türü, teknolojinin verdiği olanaklarla estetiği güçlü sinematografi hizmeti sunmak dışında, anlamsal olarak bir şeyler daha katmalı; bu da posthümanist hikâyeler olmalı. Ancak ne yazık ki bugün bilim sahnesi ağırlıklı olarak transhümanizm etkisi altında yoluna devam etmekte. Akademisyen Dr. Başak Ağın’ın “Posthümanizm ne değildir?” isimli yazısında “Transhümanizm, 21’inci yy’da hümanizmin devamı niteliğini taşırken, posthümanizm, aynı yüzyıldaki gelişmeler ışığında hümanizmin ayrıştırıcı ve ötekileştirici özelliklerinin bir eleştirisini sunmaktadır” tanımlaması, hümanizmin neden sorunlu olduğunun ve insanın, merkezi konumunun sorgulanması açısından önemli. Transhümanizm sinemada bilim kurgu türünü de bir kısır döngüye sokmuş durumda. Bilim kurgu türü içinde bazen alt tür olarak aslında neredeyse süs görevi gören post apokaliktik hikâye açılışları, filmlerin, felsefesini insan merkezli konumlamaktan öteye geçmesine izin vermemekte. Yaşadığı Dünya bir sebeple yok olmuş insanlık için uzayda yeni bir yuva arayışı bir formül olmuş ve anlamsal hayali alternatiflerini sadece insan merkezli üretir olmuş. Keşke bilim kurgu tür olarak, Dünya’nın yok olacak olmasının başlıca sorumlusu olan insan için yeni bir yuva veya tüm bilinmezliklere tutunacak bir çare olarak Tanrı’yı aramak yerine, posthümanist bir yaklaşım içinde biraz kafasını açık tutsa.

 

 

Tüm bu uzun girişten sonra The Midnight Sky filminin bilim kurgu olmadığını, bilim kurgu temalı bir dram olduğunu düşünüyorum. Bu filme post apokaliptik temalı demek de ne kadar doğru emin değilim çünkü her ne olursa olsun, tam olarak sebebi açıklanmasa bile Dünya’nın neden yok olduğunu en azından ima etmeleri gerekirdi. Demek ki sebep hiç önem taşımıyor!

GÖSTERİŞLİ YÖNETMENLİK, KÖTÜ SENARYO

Filmin en güçlü yanı sinematografisi ve görsel estetiği. Kullanılan teknolojinin fütüristik, yerleşim alanlarının modern oluşu birbirleriyle iyi kombine edilmiş. Arktik bölgenin dış sahnelerdeki tabiat manzarası, Aesther uzay gemisinin hikâyesini takip ettiğimiz uzay çekimleri iyiydi. Ancak artık Hollywood için bu çekimlerin kolay olduğunu ve bu çekimler için belli bir formül oluştuğunu görebiliyoruz. Filmin en kötü yanı senaryosu ve Augustine’in flashbackleriydi. Kaba geçişler ile şimdiki zaman ile geçmiş arasında kurulamayan köprüye, zaten hiç de ilgi çekici olmayan bir ek hikâye eklenince bütünlük hissi kopuyordu. Halbuki bu flashbacklerin ne kadar önemli görev gördüğü filmin finalindeki, sözde sürprizde, anlaşıldı. Bu tür filmlerdeki olmazsa olmaz aksiyon sahneleri hiçbir heyecan, hiçbir izleme keyfi vermedi. Sonuç olarak George Clooney’nin gösterişli yönetmenliğine, filmin göz alıcı sinematografisine rağmen, aşırı dokunaklı diyaloglar ve hikâyenin gidişatındaki mantığa uymayan noktalar filmin tümüne zarar vermiş.

(Birgün, 19.12.2020)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN