Post image
Beyaz perdede kara lekeler

 

Vecdi SAYAR

Savaşlar, darbeler, çatışmalar… Tarihin en karanlık sahnelerine tanıklık etmiş bir aydır Eylül. Hitler faşizminin Polonya’yı işgal ettiği gün ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı olan 1 Eylül (1939), bu karanlıklar zincirinin ilk halkasını oluşturur. 11 Eylül (2001), üzerindeki kuşku bulutları dağılmamış bir saldırı (İkiz Kuleler ve Pentagon’a) ve bu faciayı fırsat bilerek Ortadoğu’nun talan edilmesi ile tarihin karanlık sayfaları arasında yerini aldı. Ama, bir başka facia, çoktan takvimin o sayfasını karartmıştı. Şili halkının sevgilisi Başkan Salvador Allende’nin öldürüldüğü ve kanlı Pinochet cuntasının yola çıktığı tarih de 11 Eylül’dü (1973).

Ülkemiz de, aynı sayfalarda kapkara harflerle yerini almıştır. 6-7 Eylül (1955) pogromu ve 12 Eylül (1980) cuntası ile… Tarihimizin acı sayfalarından bir diğeri de, 1890 yılının 16 Eylül’ünde Ertuğrul faciası (Ertuğrul fırkateyninin Japonya sularında batması)dır… Ama, hep de karanlık değildir takvimin Eylül yaprakları. Büyük Zafer’in ardından, 2 Eylül Eskişehir’in, 9 Eylül İzmir’in kurtuluşu (1922), 4-11 Eylül (1919) Sivas Kongresi, 25 Eylül (1396) Cumhuriyet tarihimizin parlak sayfaları arasındadır.

Peki, bu olumlu ve olumsuz olaylar, sinemamızda yeterince yansıtılmış mıdır diye sorarsanız, yanıtımız pek olumlu olmayacak. Ne Osmanlı tarihinin zaferleri hakkıyla yansıtılabilmiştir beyaz perdeye, ne de Cumhuriyet tarihimizin zaferleri… Trajik olaylar ise tümüyle gözardı edilmiştir. 6-7 Eylül’ü anlatan tek filmimiz Tomris Giritlioğlu’nun, Yılmaz Karakoyunlu’nun romanından uyarladığı “Güz Sancısı”dır, belleğim beni yanıltmıyorsa.

12 Eylül’ü konu alan filmlerimiz sayıca fazla olmasına karşın, darbenin arka planını yeterince yansıtamayan, o dönemin acılarını beyaz perdeye aktarmakla yetinen işler olmuştur. Kayda değer yapımlar arasında, Erden Kıral’ın “Av Zamanı”, Zeki Ökten’in “Ses”, Zülfü Livaneli’nin “Sis”, Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar”, Handan İpekçi’nin “Babam Askerde”, Memduh Ün’ün “Bütün Kapılar Kapalıydı”, Atıf Yılmaz’ın “Eylül Fırtınası”, Zeki Alasya’nın “Dikenli Yol”, Şerif Gören’in “Sen Türkülerini Söyle”, Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”, Murat Saraçoğlu’nun “O… Çocukları”, Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele” ve Barış Atay’ın “Eksik” filmlerini sayabilirim. Ertuğrul Faciası ise devletimizin tanıtım fonu desteğinde ve İskender Pala danışmanlığında çekilen bir Japon filmine konu olmuştur. Mitsutoshi Tanaka’nın “Ertuğrul 1890”unun, adına yakışır bir ‘facia’ olarak dünya sinema tarihine geçtiğini söylemeliyim.

 

FAŞİZME BAKIŞLAR

Sinemamızın Kurtuluş Savaşı filmleri hamaset dışında bir özellik taşımazken, dünya sinemalarının tarihsel gerçekleri titizlikle irdeleyen, yapım kalitesi açısından kıyas kabul etmeyecek filmler yaptığını biliyoruz. Yalnızca İkinci Dünya Savaşı filmlerini saymaya kalksam, sayfamızın sınırları yetmez. Beyaz perdede savaşın, sıradan bir aksiyon filminin ötesinde nasıl yansıtılabileceğinin en iyi örneklerini veren Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda’nın “Küller ve Elmas”, “Kanal”, “Bir Kuşak”, “Savaş Sonrası Manzara”, “Korczak”, “Lotna” adlı filmlerini, Tarkovski’nin “Ivan’ın Çocukluğu”nu, Fransız yönetmenler Andre Malraux’nun “Umut”unu, Alain Resnais’nin “Savaş Bitti”sini genç kuşaklar tanıyor mu emin değilim. Keşke tanışmayı deneseler…

Bir de yeni film önereyim (2019’dan): Şili kökenli İspanyol yönetmen Alejandro Amenabar’ın “Savaşın Gölgesinde”, İspanyol İç Savaşı sırasında Falanjistlere karşı önceleri suskun kalan, ama yaşanan acılara tanıklık ettikten, Falanjistlerin “Kahrolsun Entelektüeller! Yaşasın Ölüm!” sloganları ile yüzleştikten sonra seçimini yapan ünlü yazar Unomuno’nun yaşam öyküsünü anlatırken, bir dönemi tüm gerçekliği ile beyaz perdeye yansıtır.

Bunları niye anlattım? Sinemacılarımız, ne yaşadığımız gerçekleri derinliğine yorumlayabiliyor ne de tarihimizin sayfaları arasından günümüze ışık tutabilecek hikâyeler bulup çıkarabiliyor. “Ayla” gibi melodramların ötesine geçebilecek, resmi tarihin sınırlarını zorlayabilecek genç yönetmenlerimizin olduğunu biliyorum. Önlerinin kesilmeyeceği, hak ettikleri desteği alabilecekleri günlerin çok uzak olmamasını dileyelim…

SANATA ÇİFTE STANDART

Sinema ve gösteri sanatları çok zor günlerden geçiyor. Uygar ülkeler, sanatçılarını ve sanat kurumlarını korumak adına destek mekanizmalarını hayata geçirirken, ülkemizde Kültür ve Turizm Bakanlığı sanatçıların taleplerine yanıt vermek zahmetine bile katlanmıyor. Borç erteleme, dijital yapım destekleri gibi palyatif önlemlerle dönemi atlatmaya çalışıyor. Sinema, tiyatro, müzik alanlarındaki sanat emekçilerinin çoğunluğu sosyal güvenceden yoksun olduğu için çalışmadıkları zaman sembolik desteklerden bile yararlanamıyorlar. Müzik sektörü büyük bir kriz içinde. ‘Saray’a yakın olmayanlar, dijital ‘Saray konserleri’nden (resmi adı: İstanbul Yeditepe Konserleri) yararlanamadığı için, tek seçenek yerel yönetimlerin ‘pandemi koşullarına uygun’ düzenlediği konserler oluyor. Ama bu noktada da karşılarına bir çifte standart çıkıyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, kendine bağlı sanat kurumlarının, olağan tarihi -sanat mevsimi başlangıcı olan ekim başını- beklemeden, eylül başında açılmasına karar verdi. Seyirciyi sanattan mahrum bırakmamak adına güzel bir karar. Gösterilerin kimi açık alanlarda, kimi kapalı salonlarda yapılıyor. Devlet Tiyatroları haftada üç gün, salon kapasitesinin üçte biri kadar bir seyirciye sergiliyor ‘az kişili’ oyunlarını. Bunu eleştirenler de var, oyuncuların ve teknik personelin sağlık koşullarını düşünerek. Ama, neden olmasın? Tüm işyerleri açıkken, sanat kurumları neden kapalı kalsın?

Peki, devletin sanat kurumları çalışmaya devam ederken, yerel yönetimlerin sanat kurumlarına yasak gelmesi nasıl izah edilebilir? İzmir Valiliği, önceki günden başlayarak tüm sosyal faaliyetlerin, kültür sanat etkinliklerinin .yapılamayacağını duyurdu, İl Hıfzısıhha Kurulu’nun kararını gerekçe göstererek. İzmir Fuarı kapsamında başlayan ‘Kültürpark’ta Sinema’ gösterimleri de bu yasak çerçevesinde durduruldu. Oysa, açıkhavada, fiziksel mesafe gözetilen bir oturma düzeninde, maske çıkartmadan izlenen gösteriler hiçbir sıkıntı yaşanmadan sürüyordu. İzmir Büyükşehir’in ‘Deneme Sahnesi’nin ilk oyunu olan “Kuvayi Milliye Destanı” da bu yasaklamadan payını aldı. 9 Eylül’de galasını izlediğimiz oyun, yönetmen Ayşe Emel Mesci’nin dinamik yorumu ve genç oyuncuların başarılı performansları ile, İzmirli seyirciye moral veren, her yaştan gençlerin mutlaka izlemesi gereken bir oyundu.

Devlet Tiyatroları perdelerini açmaya devam ederken, Büyükşehir Belediyesi’nin etkinliklerine yasak gelmesi sansür değil de nedir? Gelelim bir başka çifte standarda… Büyükşehir’in açıkhavada düzenlediği gösteriler ve ‘arabalı sinema’ gösterileri durdurulurken, ticari sinemalara karışan yok… Demek ki, iş Belediye’nin olunca açıkhavada da olsa tüm etkinlikler sakıncalı, özel sektör olunca, kapalı mekânlarda da olsa tüm etkinlikler serbest! Pandemi gerekçe gösterilerek, gece 12’den sonra müziğin susturulması kadar komik bir karar bu. Herhalde, işin içinde ticaret varsa, virüs pas geçiyor; yok yerel yönetim halka ücretsiz hizmet sunma gayretinde ise, son derece sakıncalı! Çifte standart dedik ama bir ‘çift’in çok ötesinde standart farklılıkları var. ‘Urla Caz ve Gastronomi Festivali’, Uluslararası İstanbul Caz Festivali sakıncalı ama, beach club’larda, otel teraslarında, büyük sermayenin sanat kurumlarında her şey serbest!

24.00’den sonra müziğin yasaklanması kararı (pandemiyle ilişkisini anlayabilmiş değiliz ama gürültü kirliliğine karşı doğru bir önlem, özellikle konut alanlarına yakın mekânlar söz konusu olduğunda) tüm ülkede geçerli, ama pandemi nedeniyle sanatsal etkinliklerin durdurulması kararı yerel. Turistik bölgelere ilişkin herhangi bir karar yok ortada. Yoksa, turizm söz konusu olunca akan sular duruyor mu? Plajlardaki kalabalıklara müdahale eden yok, ama sanat etkinlikleri yasak… Bu çifte standardı izah edebiliyor musunuz?

 

(Birgün, 13.09.2020)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN