Post image
Anadolu’ya, insana dair: Ekşi Elmalar

anadolu-ya-insana-dair-eksi-elmalar-217744-5

Nuh Hüseyin KÖSE*

Mesleğini yaparken diğer insanların dertleriyle içli dışlı olan birçokları gibi, sırtında insan taşıyan yargıcın da yükü ağırdır. Gece köyünden çıkıp, ayağındaki kara lastikle yedi saat yol yürüyerek, ormandan kestiği kuru dalın hesabını vermek için yargıçtan önce adliye koridoruna gelen köylünün yükü ağırdır. İddianame okunup, ‘savunman nedir?’ denince “sen bilirsin hâkim bey” diyen adama, hapis ya da para cezası tebliğ etmek -hem de gözünün içine bakarak- yüreğe yüktür. Annesini, gözünün önünde döven babasını anlatırken “Annemin saçlarından tutup savurdu, ‘seni öldürürüm’ dedi. Ben korkup babama topu attım… banyoya gidip başımdan aşağıya su döktüm. Peçeteleri yırttım, babamın ölmesi için dua ediyorum” diyen sekiz yaşındaki bir kız çocuğunu dinleyip de derdine derman olamamak elbette yüktür insana.

Ancak yargıç, yaşamın içinde olmaya ve gerçek yaşamlara dokunmaya o kadar alışmıştır ki; 65 yaşını tamamlayıp da emekli olduğu gün bile duruşma yapan birçoğuna tanık olunur adliye salonlarında. Kim bilir, insana, yaşama dokunmanın bağımlılık yapan bir tarafı vardır belki de. Öyle olmasaydı birçok başarılı yargıç, yükselip, dosya üzerinden yargılama yapan yüksek mahkeme yargıcı olma derdine düşmek yerine kürsüden emekli olmazdı.

Doğru sandığımız birçok yanlışta olduğu gibi, adliyelerin her gün mafya davalarına, bol entrikalı boşanma ya da lüks hayatlara dair davalara baktıkları varsayımı da pek doğru sayılmaz. Elbette zaman zaman fantastik cinayet faillerinin sarsıcı itiraflarının ürpertiyle dinlendikleri olur. Ancak her zaman ‘insan kokan kararlar’ veremese de daha çok sokaktaki sıradan insana dair çok şey görüp yaşar yargıç.

Oysa akşam eve gelip, televizyonun karşısına kurulduğumuzda başka bir ülkede, başka zamanlarda, ait olmadığımız yaşamların içinde buluyoruz kendimizi. Diziler ve sinema filmleri o kadar fantastik ve gerçek yaşamdan kopuk ki, 24 yıllık hukukçuluğumda rastlamadığım kadar vurdu kırdıyı, akla hayale gelmedik çapraşıklıktaki yaşamları yalnızca bir dizide görmem mümkün artık. Dahası gençler, ellerindeki bilgisayarların sunduğu sanal dünyadan çıkamadan, televizyon ve sinemalarda izledikleri şiddet ve lüks yaşama öykündüren diziler ve filmlerin etkisiyle gerçek dünyadan ve insan ilişkilerinden kopuyorlar.

Geçtiğimiz günlerde, Ataşehir Belediyesinin Mustafa Saffet Kültür Merkezinde düzenlediği Atıf Yılmaz’ı anma etkinliğine katıldık. Türkan Şoray, Deniz Türkali ve Atilla Dorsay, hem eski Türk filmlerini hem de insan kokan filmler yapan bir kuşağın öncüsü olarak Atıf Yılmaz’ı anlattılar. Soru yanıt faslında o denli heyecanlandım ki, bir an aslında Türkan Şoray’a soru sormak değil, onun bana yanıt vermesini, benimle konuşmasını sağlamak için bir soru soruyormuş gibi yapmayı düşünürken yakaladım kendimi. Haliyle Türkan Hanım’a sormaktan vazgeçip, diğer konuklara ‘Emeği, sokaktaki sıradan insanın aşkını, Anadolu’yu anlatan’ sinemanın nereye gittiğini sordum. Atilla Dorsay, 1950’lerden itibaren Türk sinemadaki toplumcu akımın gelişimini Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Yılmaz Güney, Şerif Gören, Zeki Ökten gibi yönetmenler üzerinden anlattıktan sonra özetle; Sovyetler Birliği’nin dağılması, komünizmin çöküşüyle birlikte sermayenin emeğe üstün geldiğini, Amerikan sinemasının işgalci etkisiyle artık toplumcu sinemanın gerilediğini söyledi.

Bütün bunları neden anlattım? Yazmaya bir filmden çıkar çıkmaz oturdum çünkü. En az filmler kadar gerçek yaşamdan kopuk, cafcaflı vitrinlerle süslü bir alışveriş merkezinin çatısında da olsa, en ucuz mısırın 15 liraya satıldığı Amerikan filmlerinin istilası altındaki bir sinemada Anadolu’yu, insana dair olanı anlatan bir Yılmaz Erdoğan filmi izledim de ondan yazıyorum bunları. Tıpkı Vizontelelerde olduğu gibi, Ekşi Elmalar’ı da Anadolu’nun güneydoğusunda; Hakkâri’de çekmiş Erdoğan. Oyunculuklar derseniz nefis.

Dar bir bütçeyle ve oyuncu kadrosuyla çekildiği anlaşılan filmi, milyon dolarlık Amerikan filmlerine değişmem desem abartmış olmam. Uzun zamandır Anadolu kültürünü, geleneklerin etkisinde süren insan ilişkilerini, toprağından kopan insanın yalnızlaşmasını, aşka ve yaşanmışlıklara vefayı, aykırı ancak toprağına bağlılığı aşıya direnen ekşi elma ağacı üzerinden sade, içten şekilde anlatmış Erdoğan. Film boyunca bol bol gülüp, sırf son sahnelerde hüzünlenmek, iç geçirmek için bile izlenmeli bu film. Genel olarak geçmiş zamanları anlatsa da, zamanla geçmeyen evrensel yaşamlar ve duyguları yeniden yaşatan bir havası var. Film bu yönüyle, yaşam ve insan kokuyor

Sinemadan çıkınca uzun zaman kendine gelemiyor insan. Atilla Dorsay’ın sözlerinden sonra toplumcu sanattan biraz daha umudumu kesmiştim. Ama toplumcu sinemanın Türkiye’deki belki de en iyi temsilcilerinden olan Yılmaz Erdoğan, umutları yeşertiyor. Teşekkürler.

Yargıç, Anadolu Adliyesi

(Birgün, 05.12.2016)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN