Post image
Adaletsizlik de salgın kadar öldürücü

 

Gizem ERTÜRK

Müzisyen, yazar Hüsnü Arkan, yeni romanı “Nasreddin” ile okuyucu karşısında. Sia Kitap etiketiyle çıkan kitap, Selçuklularla Moğolların cirit attığı topraklardaki kanlı mücadelelere, el değiştiren kentlere, aşklara ve ihanetlere, esirlere ve cinayetlere, kısacası o dönemin insan hikâyelerine o günlerin diliyle, o günlerin bakış açısıyla hem maceralı hem eğlenceli bir pencere açıyor.

Yeni romanı okuyucuyla buluşan Hüsnü Arkan, “Adaletsizlik, savaşlar, hukukun ve diplomasinin kalmadığı bir ortam salgınlar kadar öldürücüdür. Nasreddin’in bu işlerle pek ilgisi yok. O, yaşadığı çağın barışını istiyor. Ben de öyle” diyor.

Arkan ile yeni kitabını konuştuk.

► Nasreddin romanını kaleme almak ilk ne zaman düştü aklınıza?

Epey bir zaman oldu. Pertev Naili Boratav’ın Nasreddin’ini doksanların sonunda okumuştum. Buradaki Hoca figürü, bilinen, anlatılan, sansürden geçirilen fıkralarla pek örtüşmez. Ne bileyim, daha gerçek bir dünyayı anlatırlar. Romanda asıl olarak Pertev Naili’nin açtığı gerçeklik yolunu, temel olarak da tarihi alanda kayda alınan ilk iki yüz fıkranın atmosferini izledim. Ne kadar becerebildim bilemiyorum. O dönemin zaten pek kısıtlı olan “resmî tarih” kurmacalarından da faydalanmaya çalıştım, ama uydurduğum Ortaçağ dünyası kendine özgü bir şeydir ve her şeyden önce düzmecedir. Zaten resmî tarihler de düzmecedir. Kendi payıma, kendi düzmece tarihimi tercih ederim. İkinci olarak, 1277 yılının atmosferi dışında, o dönemin konuşma diliyle ilgili bir bakış açısı edinmem ve bunu yansıtmam gerekiyordu. Ne yazık ki bu dili kıyaslayabileceğimiz gerçek verilere sahip değiliz. En iyi ihtimalle Yunus Emre’nin, Sait Emre’nin, Aşık Paşa’nın ve birkaç yüzyıl öncesiyle birkaç yüzyıl sonrasının yazı diline sahibiz. Bunlar da hangi koşullar altında kayda alındılar, bilemiyoruz. Kısaca dil konusunda da bir kurmaca oluşturmam gerekiyordu.

► Kitabın başkahramanı Hâce, Türk halkının mizah sembolü kimi zaman bir alim, bir kadı, bir hekim ya da bir elçi olarak karşımıza çıkan Nasreddin Hoca… Romanda hangisinin izini sürüyoruz?

Fıkralar yüzyıllar içinde defalarca yüz değiştirmişler, sosyal değişimlere, siyasî ortamlara uyum sağlamışlar. İlk ortaya çıkan fıkralar bugünün ahlak anlayışlarıyla, mizah anlayışlarıyla pek bağdaşmaz. O fıkralardaki Nasreddin Hoca da bugün bildiğimiz Nasreddin Hoca’ya benzemiyor. Romanda anlattığım Nasreddin Hoca, bir fıkra uydurucusu ya da fıkralara konu olabilecek biri değil. Bir bilge filan da değil. Romanın kendi gerçekliği içinde yaşayan, mektep hocalığı yapan, yardımsever, sıradan bir ortaçağ insanı.

ÇÖKEN ŞEY GENELDE SIRADAN İNSANLARA YIKILIR

► Okurunuzu Anadolu’ya, birkaç yüzyıl öncesinin Akşar’ına, şimdiki adıyla Akşehir’ine götürmek istemenizin en temelde sizi harekete geçiren duygusu neydi?

Tam olarak 740 yıl diyelim… 1277 yılı, Anadolu ortaçağı açısından her şeyin bir anda olup bittiği konsantre bir yıl. Bir yanda Karamanlılar diş gösteriyor, Konya’yı işgal ediyorlar. Öte yandan Selçuklu iyice çöküyor. İlhanlı Moğolları’nın Anadolu’ya kesin hâkimiyeti başlıyor. İnsanların yığınlar halinde oradan oraya sürüklendikleri, yalnızca hayatta kalmaya çalıştıkları bir ortam.

Bir göç ortamı, bir savaş ortamı. Bir sistemin çöküşü küçük insanların hayatını nasıl etkiler, nasıl değiştirir, hayatta kalmak için ne tür çareler ararlar?

Bu sorulara yanıt bulmaya çalıştım. Bizdeki anlatılar genellikle kuruluş ve başarı yıllarına, zamanlarına ilişkindir. Çöküş görmezden gelinir. Gerçek çöküş sebepleri atlanır, sağıra yatılır, hamasi laflarla çöküşün üstü kapatılır. Hâlbuki çöküş gerçek bir şeydir. Çöken şey genellikle sıradan insanların üstüne yıkılır.

► Gelecek kuşaklara nasıl bir dünya bıraktık sorusunun sorumluluğu beni çok korkutuyor demiştiniz. Nasreddin’in gelecek kuşaklara nasıl dokunmasını hayal ediyorsunuz?

Salgın hastalıklar hep var; biz ilk kez karşılaşıyoruz ve haklı telaşımız bundandır. Ama şu da var; adaletsizlik, savaşlar, iklim değişiklikleri, hukukun ve diplomasinin kalmadığı bir ortam salgınlar kadar öldürücüdür. Nasreddin’in bu işlerle pek ilgisinin olmadığını söyleyebilirim. O, yaşadığı çağın barışını istiyor. Ben de öyle istiyorum.

HER DEVRİN ŞİŞİRİLMİŞ ANLATILARI VARDIR

► Günümüzde müziğin hızlı tüketimi artık çılgınlık boyutunda. Edebiyatta ise durum farklı, yine de insanlar hâlâ kitap satın alıyor. Sizce edebiyatın bir şekilde yerini korumasının sebebi ne?

Popüler müzikten bahsediyorsanız, o hep hızlı tüketilen bir şeydir; elli yıl önce de öyleydi ve hâlâ öyle… Öte yandan klasik müziği, cazı öyle o kadar hızlı tüketemezsiniz. Bunları dinlemek belli bir ilgi, belli bir okuma uğraşı, bir emek gerektirir. Buna isterseniz bir çeşit elitçilik de diyebilirsiniz ama böyledir. Bu şekil dinleyiciliği kişisel bir çalışma alanı olarak görürseniz etnik müziğe de, klasik Türk müziğine de farklı pencerelerden bakma şansınız olur. Bunların aslında hiyerarşik dizilimler olmadığını öğrenirsiniz. Ama yalnızca bunları dinlerseniz, ilginizi genişletmezseniz hiçbir şey öğrenemezsiniz. Edebiyat da üç aşağı beş yukarı böyledir. Her devrin çok satan, şişirilmiş anlatıları vardır; otuz yıl sonra kimse hatırlamaz. Geriye yine Cervantes kalır, Kafka kalır, üç beş anlatıcı kalır. Yani edebiyatın yerini korumasını bunlara borçluyuz. Müziğin yerini korumasını da asıl sanat sahiplerine borçluyuz. Bir de tabii, insanlığın hafızasını oluşturan asıl dinleyici ve asıl okuyucu kimliğine, yani meraklı, sorgulayan, emek veren kimliklere borçluyuz.

(Birgün, 15.09.2020)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN