Post image
İlk kadın cinayeti 1702’de

murat-bardakci-88x70Murat Bardakçı (mbardakci@htgazete.com.tr)

Toplum olarak bize bir tuhaf haller oldu…

Münevver Karabulut cinayetinin yarattığı şaşkınlık hâlâ devam ederken profesör doçentin gırtlağını kesiyor ve sonra delik deşik ediyor, kadının biri yolda yürürken iddiaya göre “güzelliğini kıskandığı” bir başka kadını bıçaklıyor, Beyoğlu’nun göbeğinde büyücek bir çantanın içerisinde parçalara ayrılmış kadın cesedi bulunuyor…

Koca şiddeti neticesinde daha birçok kadınımızın hayatından olması ve hasta ruhluların kirletip katlettikleri küçük çocuklar da bütün bu tuhaflıkların cabası…

Cinayet, bu topraklarda dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi her zaman var olmuştur, asırlar boyunca kadın, erkek ve çoluk-çocuk katledilmiştir,  ama batıda görülen bir tuhaflık, “seri cinayet” bizde yoktur: Aşk, umutsuz ve tek taraflı bağlılık, para, geçimsizlik, anlaşmazlık, töre yahut cinnet getirme gibi daha birçok sebeplerle geçmişten bugüne kadar dünya kadar cinayete şahit olmuşuzdur, fakat “seri cinayet” denen ve sapıkça zevkler uğruna önceden plânlanıp ardarda adam öldürme hastalığı bu toprakların âdeti değildir.

ramazanin-ilk-10-gununde-silahla-68-cinayet-islendi_1181491_720_400

Seri değil toplu cinayet

Bizde seri cinayet olmadığı için dolayısı ile tarihlere geçmiş seri katilimiz de yoktur ve seri cinayetleri andıran, ama yine de tam mânâsı ile öyle olmayan hadiselerin benzerlerine de sadece savaş ve isyan zamanlarında rastlanmıştır.

Bir-bir buçuk asırlık yakın geçmişten bazı örnekler vereyim: Balkan Harbi’nde elimizden çıkan topraklarımızı terk edemeyen ve canlarını kurtaramayan soydaşlarımızın bazıları işgalci askerlerin vahşî saldırılarına uğramış, erkekleri cephede oldukları için köylerde korumasız kalan kadınların başına her türlü felâket gelmiştir. Tarihler, hamile kadınların karınlarının yarılıp yavrularının süngülerin ucuna geçirildiğini bile yazarlar. Aynı vahşete Anadolu’da 19. yüzyılın sonlarından itibaren yaşanan gayrımüslim isyanlarında da rastlanmıştır ama böyle kanlı ve insanlık dışı hadiseler “seri” değil, “toplu” cinayettir.

Sarayın şeyhi olmuştu

Yüzyıllar boyunca erkek şiddetine uğramış kadınlarımız ile ilgili olarak tarih kitaplarında bahsedilen, soruşturması yapıldığı bilinen ve ayrıntıları anlatılan ilk cinayet, İstanbul’da 1702’de yaşanmıştır. Kurban dul kaldıktan sonra tekrar evlenmiş bir kadıncağız, katil de kadının kocası olan bir şeyhtir!

İşte, tarihçi Râşid’in kendi ismini verdiği “Tarih-i Râşid” isimli eserinde “Vak’a-i Garibe-i Şeyh Manevî Efendi” yani “Şeyh Manevî Efendi’nin Garip Vak’ası” başlığı altında yazdığı hadisenin ayrıntıları: Tahtta, İkinci Mustafa vardır. Padişah, 1699’da imzalanan ve devlete büyük topraklar kaybettiren Karlofça Antlaşması’nın getirdiği geçici barışın ve sakinliğin ardından İstanbul’u bırakıp Edirne’ye gitmiştir ve günlerini orada geçirmektedir. 16. asırda zina yapan kadına resmî dayak. İstanbul, 1702’de herkesi şaşırtan ve tüylerini diken diken eden bir cinayet ile sarsılır…

Hadise, Davutpaşa taraflarında yaşanır.

Kadırga semtindeki Sokollu Mehmed Paşa Tekkesi’nin şeyhi Karabaş Ali Efendi’nin Manevî adında bir oğlu vardır. Babası gibi dinî tahsil gören Manevî Efendi, İkinci Mustafa’dan önce tahtta bulunan ve 1695’te vefat eden İkinci Ahmed zamanında “hünkâr şeyhi”, yani “saray şeyhi” olmuş, vaazları ve etkili konuşması ile hayli tanınmıştır.

İstanbul’un büyük camilerinde vaizlik eden Manevî Efendi, uzun çabaların ardından Davutpaşa’da surlara bitişik bir evi elde edip yerleşmiş hemen evlenmiştir. Karısı, Yedikule’de “dizdar” denen kale kumandanının güzelliği ve zenginliği dillere destan olmuş dul karısıdır.

Manevî Efendi ile dul kadının evliliği birkaç ay sürer ve kadının bir gece aniden öldüğü işitilir. Ertesi gün sabah namazının hemen ardından Şeyh’in müritleri cenazeyi tabuta koyar ve namazını bile kılmadan omuzlayıp mezarlığın yolunu tutarlar. Olan işte o anda, tabut mezarlığa götürüldüğü sırada olur! Cenazeyi taşıyanların karşısına yolda bir kadın çıkar, “Bu kimin cenazesidir?” diye sorar ve “Şeyh Efendi’nin hanımıdır, dün gece vefat etmiş” cevabını alınca haykıra haykıra ağlamaya başlar. Ölen kadının çok yakın arkadaşı olduğunu, bir gece önce kadını ziyarete gittiğini, birkaç saat oturduklarını, ama evine döneceği sırada kadının kendisine “Beni yalnız bırakma ne olursun!” diye yalvardığını söyler.

Sonra cenazenin yanından ayrılır, koşarak Topkapı’ya gider, şehrin düzeni ile görevli olanları bulur, “Bu adam belli ki karısını öldürdü! Cenazeyi mezara koymasınlar, sonra pişman olursunuz” diye haykırır. Bu kadarla da kalmaz, İstanbul’un idaresinden sorumlu olan sadrazam vekilinin de huzuruna çıkar ve iddialarını tekrar eder.

os

Hem suçlu hem katil

İşin içinde bir tuhaflık olduğunu fark eden sadrazam vekili, adamlarını mezarlığa gönderir, adamlar cesedi muayene etmeleri için yanlarına birkaç kadın alırlar ve definden hemen önce tabut açtırılıp cenaze gözden geçirilir. Görüntü, korkunçtur! Kadının boğazında ip yarası vardır, başı ve elleri yara-bere içerisindedir, burnu yırtılıp paramparça edilmiştir, üstelik cenaze kefenlenmemiş, alelâde bir çarşafa sarılmıştır! Şeyh Manevî Efendi yaka paça hemen sadrazam vekilinin huzuruna çıkartılır ve “Bu işte bir tuhaflık var, cenazeyi mezara koymadan önce iyice bakın” diye uyaran kadın ile yüzleştirilir.

Manevî Efendi karısının bir gün önce şikâyetçi kadınla beraber olduğunu kabul eder, ama cinayetten haberdar bulunmadığını söyler. Üstelik hem suçlu hem güçlü şekilde bir iş eder ve şikâyetçiden davacı olur!

Davası ahirete kaldı

Şeyh Manevî Efendi bütün bağırıp çağırmasına ve üste çıkma çabalarına rağmen kimseyi ikna edemez. Deliller zaten aleyhindedir, üstelik mahalle halkı da şeyhin karısına kötü muamele ettiğini söyleyince kadının akrabalarının gelmesine ve cinayetin tam olarak aydınlatılmasına kadar Manevî Efendi’yi zindana atarlar. Ama tahkikat devam ederken Şeyh hastalanır, zindanda ölüverir!

Dolayısı ile cinayetin sebebi ve nasıl işlendiği ortaya çıkartılamayacak ve hadiseyi nakleden tarihçi Raşid Efendi, Şeyh Manevî Efendi’den “Dâvâsı âhirete kaldı” diye bahsedecektir. Tarih kitaplarımızda bahsedilen ve soruşturması yapıldığı bilinen ilk cinayetin ayrıntıları, işte böyle…

955667_detay

İşte vahşetten de öte sorgulama metodlarımız

SÖZ vahşetten ve cinayetlerden açılmışken, vakti zamanında resmî soruşturmalarda zanlıları konuşturmakta istifade edilen ve az bilinen bazı metodları, daha açık tâbiri ile “işkence” usullerini de hatırlatmak istedim.

Aşağıda kısa şekilde naklettiğim usulleri “Hayatım ve Hatıratım” isimli eseri sayesinde rejim karşıtı literatürümüzün en meşhur isimlerinden olan Dr. Rıza Nur’un “Cemiyet-i Hafiyye” yani “Gizli Örgüt” isimli az bilinen risalesinden naklediyorum.

Dr. Rıza Nur, ilk baskısı 1914’te yapılan “Cemiyet-i Hafiyye”sindeki “ince sorgu” biçimlerinden bazılarını şöyle anlatıyor:

DOMUZ BAĞI: Sorguya çekilen kişi önce diz çöktürülüp saatlerce o vaziyette tutulur ve ardından “domuz topu” denilen şekle konur. Ayaklar bir iple bağlandıktan sonra ip enseye geçirilir. Baş ile ayak arasına bir değnek sokarlar. İnsan bu durumda tortop bir hale gelir, ağzı anüsüne temas eder ve duyduğu acı dayanılmayacak bir hal alır. Bu duruma sadece on dakika tahammül mümkündür.

KAZIKLAMA: Bir diğer sorgu şekli, “kazıklama” dedikleri uygulamadır. Eller ve ayaklar iki ayrı ip ile bağlanır ve dizlerin arasından bir kazık geçirildikten sonra adamcağız arka üstü yatırılır. İki omuza birden uzunca bir odunla bastırılırken dizlerin üzerine de sopayla vurulur.

SÜPÜRGE UYKUSU: İnsan pisliği uzun süre teneffüs edildiği takdirde zehirleyerek ölüme sebep olur. Adamcağız zaten pis olan apdesthaneye hapsedilip aç ve susuz bırakılır. Üç gün sonra bir dilim kuru ekmek verilir ve arada bir içeri girilip sopayla dövülür. Apdesthaneye atılanlar, uyuyabilmek için oradaki süpürgenin çalısına oturup sapına sarılır ve bu şekilde dinlenmeye çalışırlar.

(Habertürk, 08.06.2014)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN